BORDANADAM

şol gökleri kaldıranın donatarak dolduranın ol!deyince olduranın doksan dokuz adı ile…

Archive for 01 Ara 2006

ÜSTİNSAN

Posted by BÖÖ Aralık 1, 2006

İnsan eksik, tamamlanmamış bir varlıktır, açıktır her şeye: Gerisin geri de gidebilir, sağa sola da sapabilir, yukarılara da yükselebilir. Öyleyse insanın yönünü, ereğini belirlemeli. “Hayat, hep kendini altedendir.” Hayata ayak uydurmaktan, hayatla yöndeş olmaktan başka sağlam yol yoktur. İnsan eksiktir, ama bu eksiği kendisi giderecektir; kurtuluş kendisinden gelecektir ona; şimdiye dek kendi dışında sanarak yücelttiği varlıkların bütün görkemi, güzelliği onun olacaktır. Bir var ki insan, kendi içinde kalarak gerçekleştiremez bunu; insan varlığının yöneldiği, erek bildiği bir örnek koymak gerek onun üstüne: Üstinsan. İnsan, var gücünü seferber ederek bu örneğe doğru ağmasında hep kendini aşmaya çalışmalıdır.

İnsanın erek olarak hiç bir büyüklüğü yoktur çünkü; o ancak, köprü olarak değerlidir: Üstinsana götüren köprü. Üstinsan, yalnız insanın değil, bütün yeryuvarlağın anlamıdır; yeryüzünde var olan her şey, Üstinsanın yaratılmasına katıldığı ölçüde haklı çıkarabilir varlığını. Üstinsandan yoksun insan, kargaşadan, yıldız doğurmamış bir karanlıktan başka bir şey değildir. Zaman gelmiştir: İnsan, bir an önce kargaşasını, kendine anlam veren bir düzene çevirmezse, yıldız doğurtmazsa karanlığına, yok olacaktır.

(“Zerdüşt”ün Önsözünden)
……………………………..*……………………………..
* *

Nietzsche’nin yazdığı kitaplar ve yayımladığı makalelerde sık sık duyulan bir kavramdır: Üstinsan (Alm. Übermensch).

Üstinsan, fiziksel ve doğaüstü güçlerinden yoksun bir Süpermen ya da Batman değildir. Üstinsan(lar)ın insanlardan farkı, Nietzsche’nin deyimiyle “insana göre maymun” ayarında biri belki. Üstinsan deyimi Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” isimli kitabında bolca geçer.

Hitler’in, Nietzsche’ye olan saygısı Üstinsan karakteriyle ne kadar orantılı orası bilinmez ama Üstinsan’a olan ‘köprü’ artık giderek yıkılıyor…

İsterseniz şimdi Nietzsche’nin Üstinsan’ını çeşitli kaynaklardan alınmış alıntılarla daha yakından tanıyalım…

ÜSTÜN-İNSAN
Ahlâk nasıl iyi yüreklilikte değil de kuvvetleyse, insan çabasının amacı da, herkesi yükseltmek değil, daha iyi, daha kuvvetli bireyler geliştirmektir. �İnsanlık değildir amaç, üstün-insandır.� Aklı başında olan her adamın yapacağı en son şeydir, insanlığı geliştirmek. İnsanlık düzelmez, hattâ insanlık diye bir şey yoktur bile. Bir soyutlama işidir, bütün var olan. Bireylerden meydana gelmiş olan geniş bir karınca yığınıdır. Bütünün görünüşü, her çağda bazı şeylerin bazen kazandığı, çoğu başarısızlıkla sonuçlandığı büyük deney atölyesine benziyor daha çok. Bütün deneylerin amacı da, yığının mutluluğu değil, tipin mükemmelleştirilmesidir. Yüksek tipler çıkmazsa, toplumlar varsın batsın, daha iyi. Toplum, bireyin gücünün ve kişiliğinin artması için bir araçtır.

Topluluk kendi başına bir amaç değildir. �Makineler ne işe yarar, bütün bireyler yalnızca onların bakımında kullanılacaksa? Makineler ya da toplumsal örgütler kendi başlarına amaç oldular mı, bu insanlık komedisi demektir.�

Nietzsche ilkin, yeni türlerin üretimini umut eder gibi konuşuyordu. Sonradan üstün-insanını, yığınların bayağılık çamurundan, tehlike ortasında yükselen üstün birey olarak düşünmeye başladı. Varoluşunu, doğal seçimin rastlantısına değil, insan tarafından bile bile dikkatli bir biçimde beslenmesine borçluydu. Çünkü biyolojik süreç, ayrıcalıklı bireye karşı önyargılıdır. Doğa en güzel eserine karşı zalimce davranır. Daha çok bayağı olan, sıradan olanı sever ve korur. Doğa daima insanı belli bir tipe, yığının seviyesine indirmek ister. En iyi olana, çoğunluk hâkim olur daimâ. Üstün-insan ancak insan seçimiyle, soyun düzelmesini öngörmeyle, soylu eğitimle sağ kalabilir.

Yüksek bireylerin aşk uğruna evlenmeleri ne saçma şey! Hizmetçilerle evlenen kahramanlar, terzi kadınlarla evlenen dâhiler! Schopenhauer yanlış söylüyordu. Aşk, soyu düzeltmez. İnsan âşık oldu mu, bütün hayatını etkileyecek kararlar almasına bırakılmamalıdır. Bir insan aynı anda hem sevip hem de akıllı olamaz. Âşıkların birbirlerine verdikleri sözlerinin geçersiz olduğunu açıklamamız ve aşkı evlilik için kanunî bir engel tanımamız gerekir. En iyi olan, ancak en iyi olanla evlenmelidir. Aşk aşağı tabakaya bırakılmalıdır. Evliliğin amacı yalnızca çocuk yapmak değildir, aynı zamanda onları geliştirmektir de.

�Gençsin, evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmak istiyorsun. Ama sorarım sana: Çocuk istemeye cüret edecek adam mısın sen? Başarılı mısın? Benliğine hâkim olan mı? Duyularına buyuran mı, erdemlerinin efendisi mi, yoksa isteğinin ardında hayvansı bir taraf ya da gereklilik mi var? Yoksa yalnızlık mı? Yoksa kendi kendine çatışma mı? Çocuk, zaferin ve özgürlüğün özlemini duysun dilerdim. Zaferinin ve kurtuluşunun üzerine canlı anıtlar dikeceksin. Kendinden öteyi kuracaksın. Ama ilkin bedenini ve rûhunu tam sağlamlaştırmalısın. Genişlemekle yetinmeyecek, derinleşeceksin. Evlilik: Var olandan daha üstününü yaratmak için, iki kişinin istemidir derim. Evliliği, böyle bir istemi isteyecek olanların birbirine saygısı olarak kabul ediyorum.

İyi bir doğum olmadan, soyluluk olamaz. Yalnızca akıl, kişiyi soylulaştırmaz. Tersine, aklı soylu yapacak bir şey gerektir hep. Nedir peki, gerek olan? Kan… (Burada rütbe anlamında, �Lord� gibi sözler değil demek istediğim.)

Sağlam ana babadan iyi doğum oldu mu, üstün-insan formülündeki bundan sonra gelen şey, ciddî bir okuldur. Burada mükemmelleşme, tabiî bir şekilde yer alacaktır. Övgüye bile yer verilmeyecektir. İnsanın rahatını sağlayacak şeyler az, sorumluluklar çok olacaktır. Burada bedene sessizce acıya katlanması, istem�e de buyruk dinleyip buyurması öğretilecektir. Özgürlük saçmalığı diye bir şey olmayacaktır. Hoşgörü ve �özgürlük� yüzünden maddî manevî gevşeme olmayacaktır. Bununla birlikte insan bu okulda yürürken, kahkahalarla gülmeyi öğrenecektir. Filozoflar, gülebilme yeteneğine göre sıralanacaklardır. �En yüksek dağları bir adımda aşanlar, bütün tragedyalara gülebilirler.� Üstün-insanın bu eğitiminde ahlâkın sirkesi olmayacaktır. İstem sıkı bir düzene sokulacaktır, ama beden yerilmeyecektir. �Durmayın, raks edin güzel kızlar! Güzel ayak bilekli kızların düşmanı olarak, kötü gözle bakan oyun bozan yoktur karşımızda.� �Üstün-insan bile ayak bileklerinden hoşlanabilir.�

Böyle doğup büyüyen bir adam, iyi ve kötünün ötesindedir. Amacı gerektiriyorsa, �böse� yani kötü olmaktan çekinmez. İyiden çok, korkusuz olur. �İyi nedir? Kahraman olmak iyidir.� �İyi nedir? İnsandaki iktidar duygusunu, iktidar istemini, iktidarın kendini arttıran şeydir. Schlecht, yani kötü nedir? Zayıflıktan gelen her şey.� Üstün-insan baskın belirtisi, amacı olduğu süre tehlike ve mücadele aşkıdır belki de. Her şeyden önce mutluluğu çoğunluğa bırakacaktır. �Zerdüşt uzun yolculuklara çıkanları, tehlikesiz yaşamayı sevmeyenleri severdi.�

Böylece çağımızda, nedenlerinin bayağı olmasına rağmen her türlü savaş iyidir. �İyi bir savaş her türlü nedeni iyi göğüsler.� Devrim bile iyidir; kendi başına değil ama. Çünkü yığınların hakîmiyeti kadar uğursuz bir şey olamaz. Devrimin iyi olmasının nedeni, mücadele anlarının ve fırsat bulamamış bireylerin gizli büyüklüğünü meydana çıkarmasıdır. Bu karışıklıktan, kendini gösterecek olan yıldız doğar. Fransız devriminin karmaşa ve saçmalığından Napolyon çıkmıştır. Rönesans şiddet ve düzensizliğinden, Avrupa�nın o ana kadar görmediği sayısız güçlü birey çıkmıştır.

Enerji, akıl ve gurur… Bunlardır, üstün-insanı yapan. Ama bunların uyumlu hâle getirilmeleri gerekir. Tutkular; isteklerin karmaşasını, kişiliğin gücüne uyduran büyük bir amaç uğruna seçilip birleştirildiklerinde, büyük güçler hâline gelirler. �Bitkilerin bahçıvanı olmayıp, toprağı olan düşünürlerin vay hallerine!� Dürtüleriyle hareket edenler kimlerdir? Zayıflar; dizginleme gücü nedir bilmezler çünkü. Hayır diyebilecek güç yoktur onlarda. Sürekli çatışma durumunda rûhu bozuk kişilerdir. İnsanın kendini disipline sokması budur işte. Ve en büyük şeydir. �Yığınlar içinde herhangi biri olmak istemeyen adam, kendine karşı rahat davranmayı bıraksın. Kişi, amacı için başkalarına özellikle de kendine sert davranmalıdır: Dosta ihânet dışında, uğruna her şeyin yapılabileceği bir amaç gerek. Soyluluğun son örneği, üstün-insanın son formülü budur.�

Ancak böyle bir insanı emeklerimizin hedefi ve ödülü olarak görerek, hayatı sevebiliriz. �Öyle bir amacımız olmalı ki, onun uğruna birbirimizi sevelim.� Ya kendimiz büyük olalım ya da büyük olanın uşağı ve âleti olalım. Ne hoş bir görünümdü o milyonlarca Avrupalı, Bonaparte�ın amacına araç olup, onun adını seve seve anıp düşüp öldüklerinde! Belki aramızda anlayanlar, seviyesine ulaşamadığımız o kişinin, peygamberleri olabilir ve gelmesi için yolunu hazırlayabilir. Bizler, ülkeler ve zamanlarla ilgimiz olmadan, birbirimizden nice farklı olsak da, bu amaç için birleşebiliriz. Zerdüşt bu gizli yardımcıların, bu üstün-insanı sevenlerin seslerini duyabilse, acı da çekiyor olsa, kendi türküsünü söyler. �Siz bugünün yalnızları! Siz ayrı duranlar! Bir gün gelecek, birleşip bir ulus meydana getireceksiniz. Kendi kendinizi seçtiğiniz sizlerden seçkin bir ulus doğacaktır. Bu ulustan da üstün-insan çıkacak.�

Felsefenin Öyküsü – Will Durant
Türkçesi: Ender Gürol

ÜSTİNSAN
Nietzsche’nin üstinsanı ile Amerikan karikatür dünyasında, peleriniyle gökyüzünde uçan Süpermen arasında kesinlikle hiçbir ilişki yoktur. Eğer üstinsan Nietzsche, isim babası olduğu bu mizahın en azından birazına sahip olsaydı, bu kendisi için iyi olabilirdi. Clark Kent hiç değilse, dünyadaki kötüleri ve iyileri etkisine sokmaya çalıştığı saf bir ahlakın adına çaışıyor. Nietzsche’nin üstinsanı bu tür zahmetlerde bulunmuyor bile. Onun üstinsanı için tek bir ahlaki prensip vardır: güç istemi. Ancak, Nietzsche’nin süpermeni, içinde en az o karikatür dünyasındaki kadar çok basit tiplerin bulunduğu bir dünyanın içinden doğuyor.

Üstinsan prototipi Nietzsche�nin dayanılmaz derecede sıkıcı, ama tehlikeli ve psikosomatik semptomları olan Zerdüşt�tür. İtiraf edilmeli ki, Zerdüşt ile ilgili hikâye mecazidir ve davranış kalıplarına işaret eder. Ama İsa peygamber de benzetmeler yaparak konuşurdu ve onun dağda verdiği vaazlarda da çocuksu bir yalınlık vardır. Onların derin anlamlarını idrak etmemiz ise, onlar üzerinde düşünmemize bağlıdır. Ne var ki Zerdüşt benzetmesi çocuksu bir basitliktedir, üstüne defalarca kafa patlatsanız da. Her şeye rağmen yine de önemli bir mesaj içerir. Nietzsche�nin vaazını yaptığı şey, Hıristiyanlık değerlerinin çöküşünden başka bir şey değildir: Ona göre her insan, tanrısız dünyasında, bulunduğu her eylemin tüm sorumluluğunu üstlenmelidir. Prangalara vurulmamış bir özgürlükte kendi değerlerini bulmalıdır. İster tanrısal, ister başka doğa güçleri tarafından olsun, bulunduğu eylemler için hiçbir ceza söz konusu değildir. Nietzsche bunda, 20. Yüzyıl insanının varoluşçu durumunu görüyordu. Ne yazık ki, bu tür koşullar altında nasıl davranılması gerektiği konusunda da görüşler belirmiştir. Nietzsche�ye göre, Zerdüşt�ün izlediği yol şeklinde gösterilen kuralları kendisine yön belleyecek insanlar üstinsan olacaklardı.

Böyle Buyurdu Zerdüşt�te Nietzsche kitaptaki kahramanı aracılığıyla şöyle der: “Maynun, insan için nedir ? Bir kahkaha veya acı veren bir utanç. Ve işte üstinsan için insan da böyledir: bir kahkaha veya acı veren bir utanç.” (Zerdüşt�ün önsözü 3) Başka bir yerinde şöyle buyurur: “İnsanlığın hedefi onun sonu değil, olsa olsa insanlığın en iyi örnekleri olabilir.” (Tarihin Yararı ve Zararı Üstüne, 9)

Nietzsche bu bağlamda akılsızca davranarak üstinsanını ‘soyluluk’ ve ‘kan’ gibi gevşek düşüncelerle birleştirir. Ama o, bunu ırkçı bir şekilde anlamamaktadır. ‘Güç İstemi’nde şöyle yazar. “Sadece doğuştan ve soydan asillik vardır. (Ben burada ‘von’ ünvanından ve Gotha takviminden (ç.n. Doğu Almanya�da bir kent) bahsetmiyorum: Eşek olanlar için belirtme ihtiyacı duydum da)” Başka bir yerinde de şöyle der: “Platon, Pascal, Spinoza ve Goethe �den bahsettiğimde, onların kanının benimkinde gezdiğini biliyorum.” Nietzsche�nin gözünde bir Yunanlı, bir Fransız, bir Portekiz Musevîsi ve bir Alman, üstinsan ile aynı derecede kan bağına sahip.

Buna rağmen ırkçı lobi Nietzsche�nin üstinsanını aldı be kendisinde yorumladı. Önce antisemitistler, sonra da faşistler işlerine gelen bölümlere atıfta bulundu. Düşüncelerinin gevşek bağı, ki Nietzsche�nin felsefi eylemi için bu tipik bir özellik, onun felaketi oldu.

Nietzsche�nin felsefesi gözden düştü, çünkü yirminci yüzyılın ilk yarısında grotesk bir şekilde kötüye kullanıldı. Bugün üstinsan hakkında, Nietzsche�nin onu anladığı şekilde konuşmak neredeyse imkânsız hale geldi.

Yazılarının poetik-fragmatik özelliği kasıtlı çarpıtmalar için ne yazık ki fazlaca bir hareket alanı tanımaktadır. Çok şükür ki Nietzsche bize üstinsanı gülünesi bir konuma çekebilmenin fırsatını da tanıdı -ki bu da günümüze en uygun düşen tepkidir belki de.

Kaynak: 90 dakikada NIETZSCHE
……………………………..*……………………………..
* *

NIETZSCHE’in ÜSTİNSAN(LAR)I
Nietzsche’nin �Zerdüşt� adlı büyük şiirinin üç bölümü de bir bilmeceyle açılır. Gördüğümüz gibi mesaj, ağaçlardan düşen incirlerin bulunduğu Sorrente’deki bahçelerde aklından şöyle geçmiştir.

“Eskiden Tanrı denirdi uzak denizlere bakarken, oysa ben, �Üstinsan� demeyi öğrettim size.

Tanrı sanıdır; ama ben sizin sanınızın, yaratıcı iradenizden öteye gitmemesini istiyorum.

Siz bir Tanrı yaratabilir misiniz? -Öyleyse bana hiçbir Tanrı’nın sözünü etmeyin! Oysa �Üstinsan�ı pek güzel yaratabilirsiniz.

Belki siz kendiniz değil, kardeşlerim! Fakat siz �Üstinsan�ın babalarını ve atalarını yaratabilirsiniz.”

Ağustos 1881’de uyarıcı ses, sonunda iyice etkisini gösterdi. 1882 yılında Lou Salomé’ye hitap eden kısa bir şiir, şimşekler çaktıran görünmemin öncesindeki ani sessizliğin en son anlarını betimler:

“Orada, öylece bekliyordum -amaçsız bir beleyiş, iyinin ve kötünün ötesinde kah ışığı kah gölgeyi, gölü, öğleden sonrayı, yönü olmayan zamanı tadıyordum.
Ve aniden arkadaş, bir ilk oldu.
Ve Zerdüşt benim önüme geçti.”

Zerdüşt’ün, insan sayesinde Tanrılaştırıldığı yeni bir dini ilan eden kutsal bir kitap olduğunu, bu kitabın beşinci �İncil� olduğunu ve gelecekteki insanlığın “kutsal müjdecisi” olduğunu ve taşkınlıklarının korkutmadığını birkaç arkadaşına kaçamaksız bir şekilde söylemiştir:

Önce Peter Gast’a yazdığı bir mektupta duyduğu sevinç esrikliğinden ve heyecanından sözeder:

“İşte sevgili arkadaşım! Ağustos güneşi tepemde parlıyor, yıl akıp geçiyor, dağlar ve ormanlar gün geçtikçe daha da dinginleşip sessizleşiyor. Düşüncelerimin ufkuna henüz tanımadığım düşünceler tırmanıyor. Ama ben hareketsiz huzuru korumak istiyorum… Ah! Arkadaşım, bazen tehlikeli bir yaşantı sürdüğüm düşüncesi aklıma geliyor. Çünkü, ben �patlayabilen makinelerden birisiyim.� Duygularımın yoğunluğu beni korkuttuğu gibi aynı zamanda da güldürüyor…”

Daha sonra Lou Salomé’ye de biraz daha fazla gizemli fakat anlaşılabilir bir şiir gönderir:

“Arkadaş, der Colomb,
Artık hiçbir Cenovalı’ya güvenme.
O gözüne her zaman derin ufukları kestirir
Ve her zaman en uzak ufuklar onu çekerler!
Çok uzaklara uzanmaya ve zamanın derinliğine
Sevdiğini beraberinde sürüklemeye çalışır;
Etrafımızda büyük sonsuzluk.”

Bu sonsuzluk içinde yok olduğumuz sonsuzluktur. Denizcinin sevinci, dansçının saf gülüşü, kâhinin muzaffer kavrayışlığı, arkadaşlığın yüzüstü bıraktığı ve aşkın kapısını hiç çalmadığı bu insanın tasalarını hafifletir.

Daha sonra, Malvida von Meysenburg’a daha açık olan bir mektup yazar:

“Bütün dinlere meydan okudum ve yeni bir kutsal kitap yaptım; benim yeni kitabım, dinde gülmeye daha fazla izin verdiği halde, diğer kitaplar kadar ciddi bir kitaptır.”

Öteki dünya ve onun tüm hayaletleri artık yok olmuşlardır; geriye, yazgımızın oynadığı bu dünya kalır. Ama hareketlerimiz bu dünyada, daha önce sahip olmadıkları bir yoğunluk ve değer kazanmışlardır. Çünkü gelecek, bizim, yalnızca bizim, cesur kâşiflerin, şair ve peygamberlerin, yeni Tanrıların heykellerini yapan heykeltıraşların buyruğu altındadır. İnsanlığın ya da onun argonotlarının içine gireceği yolun açılabilmesi için birçok riski göze almak, birçok tehlikelere göğüs germek ve yanlış adım atmamaya çok dikkat etmek gerekir. �Üstinsan�a giden yol o kadar zahmetli ve o kadar da bir yoldur ki, altında uçurumların bulunduğu ya da tek bir ipten yapılmış bir köprüyle karşılaştırılabilir:

“İnsan, hayvan ile �Üstinsan� arasında gerili duran bir iptir, uçurumun üzerinde duran bir iptir… İnsanın büyüklüğü onun bir amaç değil de bir köprü olmasıdır. İnsanda sevebileceğimiz şey ise, onun bir geçiş ya da düşüş olmasıdır.”

Eğer vazgeçip sürüye katılırsa, eğer güvenliğini, durmadan yinelenen tehlikelere tercih ederse, yalnızlığın yüceliğini reddederek arkadaşlarının ısrarlarına dayanamazsa bir düşüş söz konusu olur.

Bu, Kolomb’un yol arkadaşlarının geriye, Akdeniz’in güvenli koylarına dönmelerini kışkırtan “kötülük eğilimlerinin” ilki ve en ısrarcısıdır:

“Bütün varlıklar şimdiye dek kendilerinden öte bir şey yaratmışlardır: Peki siz bu büyük yükselişin inişi olmak ve insanı altedecek yerde hayvanlara mı dönmek istiyorsunuz?”

Nietzsche aynı serüvene katılacak olan tanımadığı arkadaşlarını uyarmamak için bu kötü eğilimi iyice öğrenmiştir:

“Her yıl benim için gittikçe daha da ağırlaşıyor…
Hastalığın en berbat, en acı verici dönemleri bile varlığımda şu an olduğu kadar çekilmez ve umutsuz olmamışlardır. Ne olmuştur? Şimdiye kadar güven duyduğum insanlardan beni koparan gün gelmiştir. Biri sırtını dönüp gider, öteki başka yere gider, herkes kendi küçük sürüsünü bulur, en bağımsız olan hiç kimseyi bulmaz ve karede yalnız kalır.”

Ama gerçekte acı çekiyordu, çünkü bu kesin ayrılış hiç de ona göre değildi. “Sevinçli Bilim”de bulunan bir metin, hiçbir şeyin, insanın kendisini tecrit edilmiş gibi duyumsamasından daha korkunç olmadığını söyler. İnsanın kendi kendisiyle kalması günâhların en kötüsüdür. “Cüzi iradenin vicdanla komşuluk yaptığı” ve sürüyü rahatsız edenlerin vicdan azabı duygusuyla cezalandırıldıkları zamanlar geride kalmıştır. Bilinçli olunabilir ve vicdan azabının kaynakları öğrenilebilir. Daha sonra Kafka’da Nietzsche gibi bunun denemesini yapacaktır. Bilinç, bilinmeyen yüzlerin yansıdığı çok cepheli bir aynadır, unutulmuş seslerin yankısının hâlâ sürdüğü bir mağaradır. Yolundan dönenin vay haline! Tehditlerle dolu olan bu sesleri dinleyenin vay haline!

Eğer insan, şeytanına kulak kabartmayı kabul eder ve onun eline düşerse, ortaya yeni tehlikeler çıkıveriri: Örneğin, Zerdüşt’ün dağılmış bedenini topladığı zavallı ip cambazı gibi. Bu bölüm anlatılırken anlamı bilinmez. Oysa Nietzsche yalnızca bilmecelerle konuştuğunu bize bildirir, yorum hataları yapabileceğimizi önceden bize söyler. O zaman prizmanın arkasında kalarak yanlış yorumlanan gerçeği kavramaya çalışalım.

Nietzsche çocukken bir ip cambazının gösterisine tanık olur. Bu sahne cambazın düşmesiyle son bulur? Her halükârda onun içi titremiştir. Bu resim onun bilincine yer etmiş ve daha sonra yazgısının simgesi olmuştur. Etrafında, Fex Vadisi’nin yalnızlıklarında Kuzey rüzgârının kamçıladığı sarhoş dansçı Ezé kayalıklarına tırmanırken, fırtına çam ağaçlarını köklerinden sökmekte ve tepelerden aşağıya koca kayalar düşmektedir. Ama tüm bunlar onun yüzündeki esin gülüşünü silemiyorlardı. Stendhal’de buna benzer bir anıyı “Kırmızı ve Siyah” adlı romanında yazmamış mıydı?

Belki biraz da Wagner’in Tribschen’deki o güzel günlerde bitirdiği �Usta Şarkıcılar� adlı yapıtı onu etkilemişti. Öbür dramlar ile bu opera arasındaki fark, bu operanın müzikal bir komedi gibi sunulmasıydı. Hafif ve rahatlatıcıydı. Walther bir ilkbahar ozanıydı ve yoluna bir ozanın yoluna çıkabilecek en büyük tehlike çıkar: Onu ve şarkısını karikatürize eden komik bir ozan. Bununla birlikte ip cambazı, uzaktan bakıldığında �Üstinsan�ın betimlemesini çiziyordu. Boşluğun üzerinde yalnızca el yordamıyla yol alıyordu. Bu korkunun ve yüksekliğin kurbanıdır. Eğer gerekli güvene sahip olursa, onunla ve onun gereksiz yürekliliğiyle alay eden şarlatanı görmez.
Oysa Zerdüşt şöyle buyuruyordu:

“Derken bütün ağızları susturan ve bütün gözleri faltaşı gibi açtıran bir şey oldu. Çünkü bu arada ip cambazı oyununa başlamıştı: Küçük kapıdan çıkmış, iki kule arasına ve pazar yerinin ve halkın üstüne gerili bir ip boyunca ilerliyordu. Tam yarı yoldayken, küçük kapı bir daha açıldı ve alaca bulaca giysiler içinde soytarıya benzer biri uğradı dışarı ve öncekinin ardından hızlı hızlı yürüdü. �İleri, seni topal seni, seni saz benizli seni!

Yoksa ayağımın altına alırım seni ha! Bu kuleler arasında ne işin var? Senin yerin kulenin içi, kilitlemeli seni, kendinden üstün olanın yolunu tıkıyorsun!� -Her sözle birlikte gittikçe yaklaşıyordu ötekine: Fakat bir adım kala, bütün ağızlarısusturan ve bütün gözleri faltaşı gibi açtıran o şey oldu: Şeytanımsı bir çığlık kopardı ve yolunu tıkayan adamın üzerine atladı. Fakat beriki, rakibinin kazandığını görünce, başı döndü ve ipini şaşırdı. Attığı sırığını sanki bir kol ve bacak çevrintisi gibi, sırıktan daha tez, daldı derine. Pazar yeri ve halk, fırtınaya uğramış deniz gibiydi: Kalabalık darmadağın olmuş, hele gövdenin düşeceği yer de, bir birine girmişti.”

Bu soytarı ne gibi bir tehdit savurmuştu da ip cambazı buna dayanabilmişti? Soytarının aklı bir an başına geldiğinde bunu Zerdüşt’e itiraf eder. Eski batıl inançlar onu felç etmişti. Yalnızca böylesi korkularını aşan bir insan maceraya atılmayı deneyebilir… Yalnızca böyle bir insan hayvan ile �Üstinsan� arasında gerili duran ipin üstüne çıkma riskini göze alabilir. İşte zavallı adam küçük kapıdan çıkarken peygamberin atlattığı budur. Hayvan ile �Üstinsan� arasında geçilmesi gereken bu ipten “ya da bu köprüden” başka bir şey yoktur. Bilincimizde bize katılmak isteyen bir sürü boş hayal vardır: Toplumun elinde bunlardan işine gelenleri ortak noktada buluşturan değişik olanaklar vardır. Zerdüşt kentin kapılarına geldiğinde, soytarı bunu ona söyler:

“Git bu kentten Zerdüşt: Senden nefret eden pek çok kişi burada. İyilerle doğrular senden nefret ediyorlar ve seni düşman ve kendilerini horgören biri sayıyorlar. Dine inananlar senden nefret ediyorlar, seni kalabalık için tehlike sayıyorlar. Talihin varmış ki sana güldüler: Gerçek soytarı gibi konuştun Talihin varmış ki şu ölü köpekle arkadaşlık ettin. Böylece alçalarak yakayı kurtardın bugün. Ama git bu kentten, yoksa yarın üstünden atlarım, -tıpkı bir diri bir ölünün üstünden nasıl atlarsa.”

Zerdüşt vazgeçmeyecektir. �Zaman Makinesi� onu en uzaktaki geleceklere götürecektir. Geri döndüğü zaman gördüğü “medeniyetin” komik bir görünüşü vardır. Aslında bu, soytarılardan oluşan bir uygarlıktır.

İşte soytarılar böyledir, geçici varlıklardır. Bu insanların kafaları batıl inançlarla doludur. Zaten bu yüzden bin bir türlü çiğ renklerle resimlenmiştir. “Verimsizdirler”, bu nedenle güvenleri de yoktur. Oysa yaratmak isteyen kişinin hayalleri ve yıldızları vardır. Yaratıcılar ve peygamberler �Üstinsan�ın atalarıdırlar ve dünyaların en iyisinde yer alan tatmin olmuş bir insanlığın babaları olacaklarıdır. Tam bir eşitliğin hüküm süreceği tek sürüde hiçbir çoban olmayacaktır. Aynı yerde yemek yemek, tatlı ve güven verici sıcaklığı elde etmek için birbirine sokulmak, “son” insanların ideali işte budur.

Nietzsche’nin, medeni toplumlarımızda çocuklara önerilen sahte erdemler ile acı acı alay etmeyi iyi becerdiğini kabul etmek gerekir: Hicvi, kendisinin hocası olan Fransız ahlakçılarının hicvini geçer: La Rochefoucauld, Vauvenargues bazen Chamfort ve özellikle Voltaire ve Stendhal. Sertlik bakımından hicvi, yanlış tanıdığı Flaubert’in sertliğine eşittir. İnsanların sonuncusu, düşüş yönünde olan bir evrimin sonunda, iyi insanın en son kişileştirilmesidir. Nietzsche bize bu “sahte cesur insanın” portresini çizmek için Rochefoucauld’un kullandığı çizgileri kullanır. Bu “küçük insanlarda” hiçbir erkeksi erdem, bir kahramanda bulunması gereken hiçbir kaliteyi bulamayız.

Bu “küçük insanların” arasında çok fazla yalan mevcuttur ve yine bu küçük insanların arasında içtenlikli komedyenler çok azdır. Bu sahte erdemli insanların en büyük bölümü kendilerini, onlara boyun eğen insanlardan üstün gören insanlardan oluşur. Boyun eğen insanlar kendi “iyilikleri” ve ruh sağlıkları için boyun eğerler!

“Hizmet ediyorum, hizmet ediyorsun, hizmet ediyoruz, işte bu �yönetenlerin� iki yüzlü ezgisidir. Ve ilk sahibi, ilk hizmetkâr olanların vay haline.

Dürüsttürler, başkalarına karşı yumuşak başlıdırlar, kum taneleri birbirlerine karşı da dürüst ve yumuşak başlıdırlar.

Kimsenin onlara bir kötülük yapmaması için, başkalarına karşı çok ince davranır ve iyilik yaparlar.

Güçten ve canlılıktan yoksun oldukları için hizmet severlerdir. Sonuç olarak �korkaklığa� erdem derler.”

“Ahlakın Soykütüğü Üzerine”de Nietzsche bize kaynağı hınç olan bu aktarmaların analizini verir.

“Oysa soylu doğan kişi tamamen güven içinde ve kendisine karşı dürüst bir şekilde yaşar, hınç dolu insan ise kendisine karşı ne dürüst, ne saf, ne de açık yüreklidir. Karanlık bir ruha sahiptir ve gizli köşeleri, gizli kapıları sever; gizli olan her şey onun hoşuna gider, çünkü güvenliğini burada bulur. Hınç dolu insanlardan oluşan ırk, herhangi bir soylu ırktan daha dikkatli olacaktır. Ayrıca dikkate o kadar fazla bir önem verecektir ki, onu var olmanın ilk koşulu olarak görecektir.”

Böylece Hegel’in, köleler ve sahipler diyalektiğinin yerine, Nietzsche iki yönlü bir diyalektik koyacaktır: Köleler arasında yapay bir hiyerarşi kuracak ve bunlar sonuçta, her şeyden önce zorba olan devlete boyun eğeceklerdir. Bu diyalektiğin ikinci yönü ise, yaşamın istekleri üzerine kurulu verimli bir eşitsizliği ellerinde bulunduran sahipler ve soylular arasındadır.

Temmuz 1887’de “Ahlakın Soykütüğü Üzerine”ye eklenen önsöz çok aydınlatıcıdır. Kötülük düşüncesinin Nietzsche’de çocukluğundan beri bir takıntı haline geldiğini biliyoruz. Ancak bir gün gelir ve Nietzsche kötülüğün kaynağını aramaktan vazgeçer. Bunun devamında, kötülük ve iyilik, “Masum” bir oluşumun değişiklikleri için gerekli olan kesin değerler olmaktan çıkarlar. Böylece, kendi kendisine şu temel soruyu sorar:

İnsan hangi koşullarda bu iki oluşumu: “İyi ve kötü”yü kullanır? Bunların değerleri nedir? Üzüntü belirtileri midirler? Ya da yaşama isteğine ihanet mi ediyorlardır?

Nietzsche “İnsanca, Pek İnsanca”yı yazdığında onun Paul Reé’den etkilendiği söylenir. Nietzsche ise bunu reddederek, bu yapıtın Voltaire’e ithaf ettiğini açıklar.

Paul Reé’nin kendi felsefesinde hiçbir etki yapamayacağını bir kez daha vurgular. Nietzsche “soylu” insanı, “iyi” insanın karşısına koyacaktır.

Bu psikolojik sorunun üzerine yeniden eğilip, 1887 yılında “Anti-Christ” adlı yapıtını yazar:

“Almanlar Avrupa’da son büyük ürünün hasadına engel oldular: Rönesans. Rönesans’ın ne olduğu anlaşılacak mıdır? Kuşkusuz yalnızca Burckhardt ve Stendhal bunu çok iyi anlamışlardı.”

Ancak Reform yengin çıkar ve böylece modern dünyanın isteklerine uyumlu bir kültürün düşünce ve törelerinin evrimini engelleyen eski değerleri Luther yeniden kurar. “Üç Metamorfoz”da Nietzsche tüm değerlerin göreceli olduklarının altını çizer. Bu değerlerin kültür seviyesine bağlı olduklarını, insanlığın ulaşmış olduğu gelişim ile bağlantılı olduklarını vurgular. Kendi kendini disiplin altında tutamayan, anarşik içgüdülerini kontrol edemeyen insan, semer vurulmayı kabul etmelidir. O zamana kadar “adalet” olarak adlandırılan dengeyi, “isyan” yeniden gözden geçirmeyi sağlar. “İsyan”, eski ve yeni putları yıkar yıkmaz, “aralarında en kötüsü olan: �Devlet� ve onun çelikten korsesi’ üçüncü değişim” mümkün olabilir. İşte o zaman gerçek özerklik söz konusudur:

“Aslan henüz yeni değerleri yaratamaz ancak aslanın doğarken başarabileceği, yeni bir varoluş için kendisini özgürleştirmektir.

Aslanın gereksinimi olan, göreve karşı gelme pahasına da olsa, kendisini serbest bırakmaktır.”

Ancak, varlıkların en hafifi, en temizi ve en iyisi kaba kabuğunu kırıp ortaya çıkıveriri:

“Çoçuk, masumiyet ve unutmadır. O bir yenilenme ve oyundur, kendi ekseni etrafında dönen bir tekerlektir, ilk hareket, bir olumluluktur.”

Kuşkusuz çocuk bir oyundur, ama ciddi bir oyun. Çocuğun dünyalar yaratma yetisi vardır. Dehanın yarattıkları arasında zorlanmadan yolculuk edebilir. “Canlılık” ve “yaratıklar” bize, �Üstinsan�ın simetrik olmayan yüzünü sunarlar. Bizim kurtulmak ve kendimizi aşmak isteğimizi uyandıran canlılıktır:

“Yaşam bunu öğretmişti bana bir zamanlar: ‘Ben de yüreklerinizin bilmecesini bununla çözüyorum.’

Gerçek, size diyorum: Geçici olmayan iyi ve kötü yoktur. Onlar kendi isteğiyle, hep yeni baştan altetmelidirler kendilerini.

Siz değerlerinizle, iyi ve kötü üstüne öğretilerinizle güç gösterirseniz, ey değer biçenler: Bu sizin gizli sevginizdir, gönüllerinizin parıldaması, titremesi ve taşmasıdır.”

Yaratan irade yıkıcıdır. Eski bir dünyanın yıkıntılarının üzerine yeni bir dünya inşa eder. �Üstinsan�ın portresi biraz belirsizdir. İki betimleme arasında gidip gelir. Daha doğrusu bu portrenin çizgileri Nietzsche’nin düşünceleriyle bir zıtlık oluşturmaktadır: Sürünün güven verici sıcaklığından yararlanmak için hemcinslerine sokulmaktan hoşnutluk duyan insan, aslında her hareketini korku yüzünden yapan iyi ve sahte merhametli insandı…

Nietzsche’ye hayranlık duyulan nokta onun, hata duygusuyla kemirilen, kötü bir bilinçlenmeyle yıpratılan, her türlü korkaklığa hazır olan ve kendi kendisini terk ederek yenik düşen bizim batı toplumumuzu vuran hastalığı tanımlamaktaki zenginliktir. Batı uygarlığının hastalıklarının sorumluluğunu Hıristiyanlığa yükler. Gerçekte suçladığı da kendi kültürel değerlerinden, hatta kendi kişiliğinden yana kuşkuya kapılan ve çözümü dinin anormal biçimde yorumlanmasında bulan çağımızın hasta insanıydı.

M. de Saci, Pascal’ı dinlerken hayret ediyordu. Kendi kendisinin canını yakan ve dikenler tarafından vücudunun her bir tarafı yırtılan bu filozofa acıyordu. En büyük kötülüğü yapan romanlar gerçeği abartısız bir şekilde gözler önüne seren katı ve doğru yazılar değildir.

Gerçek kötülüğü yapanlar, “yeraltı” adamının saklandığı labirentin tüm ayrıntılarını anlatmaktan büyük bir zevk alan bu sahte-gerçekçi filmler ve yazılardır. Yoksunluklarının sergilendiği bu gösteriyi beğeniyle izleyen ve bunu kendisine iş edinen insan, kendisini isteyerek mağaraya kapatıp kötü sırlarını yineleyip durur. Anormal zevklerin temini için Hıristiyanlığa çağrıda bulunur. İki yüzlü ve sahte duygularını “erdem” olarak nitelendirir. Bu türdeki insanların çoğalması Nietzsche’yi kaygılandırıyordu.

Ama hiçliğin ve çöküşlüğün kötülüklerini ustalıkla kınıyorsa, bizim için ne büyük bir tehlike oluşturduklarını önceden görüyorsa da, bundan böyle bizim bugünümüzü koşullandıran geleceğin yalnızca bir bölümünü aydınlatabiliyordu. “Üstinsanın” iki yüzü arasında duraksamaktaydı. Rönesans insanının yüzü ya da devrim insanının yüzü: Tutkularını engellemeyen Sézar Borgia, Mirabeau ya da Napolyon gibi ve yaratıcı sanatçılar; Beethoven, Hölderlin ve bir dönemin Wagner’i gibi… Birincisi, “Ahlakın Soykütüğü Üzerine”nin tanımladığı soylu kahraman. İkincisi, iki dünyanın sınırında ayakta duran peygamber, yaşamını tehlikeli denizlere açılarak tehlikeye sokan gezgin, altın postun, dehanın fatihi…

İkinci bir soru daha: Nietzsche günün birinde �Üstinsan�ların birbirleriyle karşılaşıp, işbirliği yaparak kuracakları topluluğu nasıl karşılayacaktı? Bu noktada Nietzsche pek aydınlatıcı olmamıştır ve zaten olamazdı da. Aslında görünen şudur ki, �Üstinsan�lar -her biri kendi özgünlüğü içinde kapalı olan ve bilgi seviyesinin mükemmelliği sayesinde kendi kendisine yeterli olan- yalnızca birbirlerine olan yakınlıkları sayesinde birleşebilirler. Bu birleşme sonucunda, antik sitelerin modelinde bir gelecek zaman topluluğu ortaya çıkar. İnsanın kişiliğini kaybetmeye mahkûm olduğu izlenimi uyandıran büyük çalkantılara doğru yürüyor muyuz? Oysa �Üstinsan�ın evreninde, aristokrat topluluğun yoğunlaşma ve yaratıcılık çabalarının en uç noktasında doğması gerekir. Sonuç olarak, eşitsizliklerin ortadan kaldırılamadığı bu dünyada hayvanlık seviyesini ancak aşabilmiş (hâlâ bu seviyeye gerileme eğilimi olan) günümüz insanının durumu ne olacak? Nietzsche gelecek zaman insanının korkunç tablosunu, tıpkı Wells ve Aldous Huxley’in bilimkurgu romanlarında yaptıkları gibi kendisine mi mal edecektir? Körü körüne merhameti kınadığı halde gerçek ve cesur bir iyiliği de yadsımaz, tıpkı kendi kendisini katı olmaya zorlayan bir arkadaşım iyiliği gibi. Belki yazarı öldükten sonra yayımlanan yapıtlarında bulunan özdeyişlerinde umut ve korkularını okuyabiliriz. Bu özdeyişler, eğitmen Nietzsche adını alabilecek başka bir kitaba konu olabilirler. Nietzsche’nin tanısına olan güvenine bir kez daha hayranlık duyalım. Gelecek yüzyıldaki Avrupa’nın durumu erkek erdemini yine değerli kılacaktır. Çünkü o zamanda sonsuz bir tehlike içinde yaşayacağız.

Dürüst ve cesur insanların, kahramanların ortaya çıkması gerekiyor. Bununla birlikte, ortak bir eğilimin en alt seviyede benzeşenlerin bulunduğu bir kültürün de ortaya çıkması gerekir. Zaten Nietzsche’ye göre -üstün bölgelerde, karşılıklı ve sürekli bir bağımlılık- kurulmuş gibi gözüküyordu:

“Bu milli aptallıklar bitsin artık! Özellikle Avrupa ayaktakımının kollarına düşmesin: Fakirler zenginlere karşı verdikleri mücadeleye gömülmekten asla vazgeçmesin. Aksi takdirde hem halkı, hem de kültürü çürüyecektir. Çin ve Hindistan’ı sömürgeleştirdikten sonra, kendisine de egemen olacak uçsuz bucaksız Rusya ile yüzeyselliğe mahkûm olan Amerika arasında bocalayıp duracaktır! Geceden önceki son şimşek, bu kez korkusunu itiraf ederek, şöyle bağırır: Devam etmesi gerekeni zamanında kurtarın.”

Bu gerçekleşmesi yakın olan korkunç bir tanıdır. Ancak bu trajik durum, edilen öğütlerden, Nietzsche’nin keşfedeceği �Sonsuz Dönüş�lerden birisinin kaçınılmaz sonucu değil midir?

Posted in NİETZSCHE | Leave a Comment »

NİETZSCHE’YE GÖRE TANRI

Posted by BÖÖ Aralık 1, 2006

“Tanrının ölümünü, büyük bir reddedişe ve kendi üzerimizde sürekli bir zafere dönüştürmezsek, bu kaybın bedelini ödemek zorunda kalırız.”

Kendine “tehlikeli belki’nin filozofu” diyen Nietzsche’nin yazıları arasında masalsı bir parça vardır, DELİ:

O deliyi duymadınız mı: Tanla kalkan, fener yakıp pazar yerine koşan, durmadan bağıran: “Tanrıyı arıyorum! Tanrıyı arıyorum!” Tanrıya inanmayan bir nice kimse vardır o sıra, bir gülüşmedir kopar. Biri: “Ne, yitirmiş mi?” der. “Çocuk gibi yolunu mu yitirmiş?” der bir başkası. “Yoksa saklanıyor mu bizden? Yolculuğa mı çıkmış? Göçmüş mü yoksa?” Bu düzen üzre bağrışırlar, gülüşürler. Deli ortalarına dalar, onları bakışlarıyla deler.

“Nerde mi Tanrı?” diye bağırır. “Söyleyeyim: ÖLDÜRDÜK ONU, sen, ben. Hepimiz onun katilleriyiz. Peki bunu nasıl yaptık? Nasıl yutabildik denizi? Bütün çevreni silmek için süngeri kim verdi bize? Yeryuvarlağını güneşten boşlamakla ne yapmış olduk? Şimdi nereye gidiyor? Biz nereye gidiyoruz şimdi? Bütün güneşlerden uzaklaşmıyor muyuz? Dalmıyor muyuz boyuna: Geriye doğru, yana, ileriye doğru, bütün yönlere? Aşağı diye, yukarı diye bir şey kaldı mı? Sonsuz bir yokluk içindeymiş gibi yoldan sapmıyor muyuz? Soluğunu duymuyor muyuz boş uzayın? Daha da soğumuş değil mi? Gece üstüne gece değil mi yaklaşan? Sabahları fener yakmamız gerekmez mi? Tanrıyı gömen mezarcıların gürültüsünü hiç mi duymuyoruz? Tanrının çürümesinden yayılan kokuyu burnumuz almıyor mu hiç? Tanrılar dahi çürürler. Tanrı öldü. Tanrı ölü duruyor. Hem onu biz öldürdük. Şimdi biz, katiller katili, nasıl avutalım kendimizi? Acunun şimdiye dek edindikleri arasında en kutlu, en güçlü olanı can verdi bıçaklarımız altında. Kim silecek bu kanı üstümüzden? Su var mı arıtacak bizi? Nice yazık-silme yortuları, nice kutsal oyunlar bulmamız gerek bunun için? Bu işin büyüklüğü, bize göre pek büyük değil mi? Buna yalnız değerli görünmek için bile Tanrı olmamız gerekmez mi bizim? Bundan büyük iş başarılmamıştır; her kim bizden sonra doğarsa -bu iş yordamıyla- şimdiye kadar ki bütün tarihten daha yüksek bir tarihin parçası olacaktır.

Deli burada susar, kendisini dinleyenlere bakar; onlar da susarlar, şaşkınlık içinde ona bakarlar. Derken fenerini yere çalar, fener kırılır, söner. “Çok erken geldim” der sonra. “Benim vaktim daha gelmedi: Yolda şimdilik bu devce olay, yürüyor daha, daha erişmedi kulaklarına kişioğullarının. Şimşek, yıldırım zaman ister, zaman ister işler yapıldıktan sonra bile, görülmeden işitilmeden önce. En uzak yıldızlardan daha uzak onlara bu iş şimdilik. OYSA BUNU KENDİLERİ YAPTILAR.”

Yine derler ki, o gün deli, birçok kiliseye girer, TANRIYA SONRASIZ AĞIT’ını okur. Dışarı çıkarılıp sorguya çekildikte hep şöyle karşılık verdiği söylenir: “Tanrının mezarlarından, türbelerinden başka nedir ki bu kiliseler?”

Nietzsche’ye göre durum budur; Tanrı insanın içinde ölmüştür, insan kendi eliyle öldürmüştür onu; Tanrının ölümüyle açılan boşluğa yuvarlanmakta; en büyük tehlikeyle, yok olmakla karşı karşıya; fakat bu en büyük tehlike, onun en büyük olanağıdır, insan ne yapıp yapıp bu boşluğu kendi varlığıyla, kendini altederek, doldurmalıdır, ancak böyle değer kazanacaktır Tanrıyı öldürmesi.

(“Zerdüşt”ün Önsözünden)
……………………………..*……………………………..
* *

Tanrı ve Nietzsche: iki uç kavram.
(…)İsa’nın öldürülmesi, Hıristiyanlarca bir kötülük olarak görülmüştür.

Bugüne kadar işlenmiş günahların en büyüğüdür.

Hatta bu günah sınırsız bir özelliğe sahipti. Katiller yalnızca dramın aktörleri değillerdir: Günah tüm insanlara aittir. Bir insan kötülük yaptığı sürece (her insan kendi payına bu kötülüğü yapmak zorundadır), İsa’yı çarmıha gerer.

Pilatus’un cellatları İsa’yı çarmıha germişlerdi, ama onların çarmıha gerdiği Tanrı kurban edilerek öldürülmüştü: Kurban eden, Adem’den beri günahkârların sınırsızca işledikleri Cürüm’dü. İnsan yaşamının iğrenç bir biçimde gizlediği şey (kirli ve imkânsız olarak taşıdığı her şey, pis kokusu içine yoğunlaşmış kötülük), iyiliği o kadar eksiksiz bir biçimde bozmuştur ki buna yaklaşan hiçbir şey hayal edilemez.

İsa’nın öldürülmesi, Tanrı’nın varlığına saldırır.

Olayların gelişimi öyle bir hal almıştır ki, sanki, yaratıklar yaratıcılarıyla ancak bütünlüğü parçalayan bir yara aracılığıyla iletişime girebilirlermiş gibi görünmektedir.

Yara, Tanrı tarafından istenmiş, arzulanmıştır.

Tanrı da bu yarayı açan insanlardan daha az suçlu değildir.

Diğer yandan -bu da daha az ilginç değildir- bu suçluluk, her suçlu varlığın bütünlüğünü parçalayan yaradır.

Bu şekilde, insanların suçluluğu ile yaralanmış Tanrı ve Tanrı karşısındaki suçluluklarının yaraladığı insanlar, kendi sonları gibi görünen birliğe acı çekerek ulaşırlar.

Eğer karşılıklı olarak bütünlüklerini korumuş olsalardı, eğer insanlar günah işlememiş olsalardı, bir taraftan Tanrı, diğer taraftan insanlar yalnız kalmakta direnirlerdi. Yaratıcı ile yaratılanların birlikte kanlarını akıttıkları, birbirlerini parçaladıkları ve her taraftan -utancın sınır noktasında- işin içine dahil edildikleri bir ölüm gecesi birliktelikleri için zorunlu olmuştur(…)

Kaynak: Nietzsche Üzerine
……………………………..*……………………………..
* *
TANRI’NIN ÖLÜMÜ
Trajediyi başlatan �Zerdüşt� şiiri olmuştur. Tüm doğu edebiyatının en güzel şiirlerinden birisi olan bu şiir, aynı zamanda bize Nietzsche’nin evriminin kilidini sunan şiirdir. Berrak ve canlandırıcı bir havanın olduğu Sylvapna’nın karlı doruklarının yakınlarında, masasını kurduğu bu yaylanın üzerinde, Nietzsche geçmişini ve geleceğini kucaklıyordu. Basel’de, -çalışmalarını ve derslerini Sokrates öncesi felsefecilerine adadığı zaman- yavaş yavaş bilincinde çizdiği projeyi şimdi gerçekleştiriyordu.

Nietzsche için tarih, cansız ve geride kalmış olayları boş yere seyretmek, derin bir bilginin basit bir araştırması değildir. Tarih, bütün bir geçmişin ve bugüne bir anlam kazandırabilecek tek unsur olan geleceğin, duyarlılığın en derin yerine yerleştirilmesidir.

Nietzsche işte bu kavramını doğrulamaya çalışacaktı.

“Bu ağaç tek başına duruyor şu dağ başında; insan ve hayvan üzre yükselmiş.

Ve konuşmak istese, kendisini anlayacak kimse bulunmaz; öylesine yükselmiş.

İşte bekler de bekler, -nedir beklediği? Bulutlar otağına pek yakın barındırdığı yer: Yoksa ilk şimşeği mi bekler?”

Zerdüşt’ün kehanetleri, daha doğrusu, hürriyetlerini kazanmak istemeyenler için saklı olan bir geleceğin önceden görünmesi, parabol ve semboller şeklinde “Ahlakın Soykütüğü Üstüne” ve Nietzsche’nin diğer yapıtlarında ortaya çıkar.

Peter Gast’a Sils-Maria’dan yolladığı bir mektuptan öğrendiğime göre Nietzsche, �Zerdüşt�ün ikinci bölümünü bitirir bitirmez, bilmecelerle dolu bir kitap yazmayı düşünüyordu: -Çünkü maskeli peygamber, bilmecelerle konuşuyordu. -�Evrimin Masumiyeti.�

Oysa, kendi benliklerini bulabilmek için, kendisinden uzaklaşmalarını istediği bu garip yandaşlardan ilk kez uzaklaştığında, Zerdüşt onlarla gizemlere bürünmeden konuşur:

“Ve dostlarım olacaksınız bir daha, ve bir tek umudun çocukları: O zaman büyük öğleyi sizinle kutlamak için, üçüncü bir kez olacağım aranızda. Şudur büyük öğle: İnsan, hayvanla Üstinsan arasındaki yolun ortasındadır ve akşam yolunu en büyük umut olarak kutlamaktadır: Çünkü bu yeni bir sabah yoludur. O zaman kutsar kendini batan kişi, karşıya ve öteye geçen kişi, karşıya ve öteye geçen olduğu için; ve bilgisinin güneşi tam tepesinde durur.

�Öldü bütün Tanrılar. Üstinsanın yaşamasını istiyoruz artık.� -O büyük öğlede son arzumuz bu ola.”

Uzun yolculuklara mahkûm edilen Gezgin, uzun aylar boyunca dolaşıp şimdi yaşama geri döndükten sonra, aslında bu yolculuğun, insanlığın büyük bir olayın bilincine varacağı zaman meydan okuması gerektiği bir macera olduğunu anlıyordu. Bu olayı henüz insanlar işitmemişlerdir. İnsanları eğitmek için dağından ilk kez inen Zerdüşt, ormanda bir ermiş ile karşılaşır. Bu ermiş mutlu yalnızlığını şarkılar besteleyerek ve Tanrı’yı oynayarak meşgul ediyordur. Zerdüşt şaşırmıştır: “Nasıl olur! Bu yaşlı ermiş, Tanrı’nın öldüğünü daha işitmemiş ormanında.”

Nietzsche’yi, inançtan uzaklaştıran ve bilginin baş döndürücü ama aynı zamanda tehlikelerle dolu maceralarına sürükleyen nedenler hakkında birçok kez sorular sorulmuştur. Bu açıdan bakılacak olunursa, Nietzsche ve André Gide arasında çok az bir benzerlik vardır. Çünkü Nietzsche omuzlarında Protestanlığın ağır yükünü, “Dünya Nimetleri”ni yazan yazar kadar duyumsamıştır. Renan düşünülüyordu, ama Renan da kuşkuluydu… Nietzsche Hıristiyanlıktan, uzun tartışmalar ve derin bir diyalektik sonucunda kurnazlaşmış bilgeler sayesinde kopmuştur. Nietzsche’deki kopukluk zamansız ve çabuk olmuştur. Gerçeği söylemek gerekirse, yanılmamıştır. Onlar için olduğu gibi, Nietzsche içinde kötülük, çözülmesi gereken soyut bir problem değildir. Kötülük galip gelinmesi gereken bir çatışmadır. Üstelik, Hıristiyanların görüş açısına göre kötülük, dinsizlikten daha büyük bir suçtu. Kuşkusuz Nietzsche, düşman bir dünyada, kendisi gibi, terk edilenleri, öncüleri olarak görüyordu. Özellikle Pascal onun için büyük bir önem taşır. Pascal, Nietzsche’nin yardımına başvurmaktan hoşlandığı kafalı adamlardan birisidir:

“Platon, Pascal, Spinoza ve Goethe hakkında konuştuğum zaman, onların kanlarının benim damarlarımda aktığını biliyorum.”

Ama yine de Nietzsche, Pascal’dan çok Yunanlıların yanında yer alır. Onlar gibi Nietzsche’de tinsel kötülükten çok fiziki kötülüğe daha fazla duyarlıdır. Ona göre tinsel kötülüklere, günâha önem veren insanlar, kendilerine ait olmayan bir sorumluluk yüklenirler. Kabullendikleri suçluluk kompleksi onların yaşamında bir engel oluşturur ve kişinin kendi yaşantısını kontrol etmesini önler.

Sanatçı Tanrı kendisini Yunanlıya bir model olarak sunar: Onun kendisine bir şekil vermesini, mermerin ya da taşın içinde gizli kalan heykeli çıkarıp, sonra da gerçekleştirilen bu sanat yapıtının tadına varmasına önerir. Hıristiyan Tanrı ise emredicidir. İnsanın dünya nimetlerinden faydalanması yerine, çile çekmesini ister. Ona göre iyi olan, güzel olan ile birleşemez, çünkü güzelin içinde sakınılması gereken bir günâh eğilimi mevcuttur. Kant’ın dediği “olmalısın” koşulsuz zorunluluğun formülüdür. Bu koşulsuz zorunluluk insanı köleleştirir:

“Koşulsuz zorunluluk askeri komuta alanına girer. Emredildiğinde ve bu emre tamamen boyun eğildiğinde güvenliğin ve düzenin sağlandığında inanan prensler bunu insanlara körü körüne öğretirler.”

Kant’dan önce ve Kant’dan sonra da her şey şu problemin etrafında dönüp durur: İnsanı nasıl özgürlüğüne kavuşturmalı? Onu köleliğinden nasıl kurtarmalı?

…Nietzsche şöyle yazar,

“Tanrı olgusunu çürütmek, aslında yalnızca soyut Tanrı’yı çürütmektir.”

Şimdi, Nietzsche’nin böylesi korkunç bir mesaja nasıl geldiğini daha yakından görelim.

“Ahlakın Soykütüğü Üstüne” adlı yapıtının önsözünde bulunan değerli bir metin, bizi düşüncelerinin çıkış noktası hakkında aydınlatır:

“Bana özgü ve itiraf etmeyi sevmediğim bir utanma sayesinde -çünkü utanma, ahlak ile, bugüne kadar ahlak adı altında yücelttiğimiz olgular ile ilgilidir- beklenmedik bir zamanda ve ani bir şekilde karşı konulamaz bir güç ile ortaya çıkıveren, gençliğime ve çevreme tamamen zıt olan utanmam sayesinde şu soru önünde kuşkularım ve merakım duruveriyor: İyi ve Kötü hakkındaki düşüncelerimizi kesin olarak nasıl tanımlayabiliriz? -Gerçekte henüz on üç yaşında bir çocuktum ve kötülüğün kaynağı kafamı kurcalayıp duruyordu: Ben o yaşta ilk felsefik yazı denememi bu soruna adadım. (Aslında bu onun ilk otobiyografisidir.) Tüm düşüncelerimden sonra vardığım inanç: Tanrı kötülüğün babasıdır.”

Ama nasıl olur da Tanrı kötülüğün babası olabilirdi? İyi ile kötünün ötesinde olan bir Tanrı için kullandığımız “iyi ve kötü” terimlerinin hiçbir mantıklı anlamı yoktu. Genç öğrencinin aklı garip düşüncelerle doluydu ve yalnız düşünceleriyle baş başa kalabilmek için arkadaşlarından uzaklaşmıştı: “Belki de cüzi irade, yazgının en büyük gücünden başka bir şey değildir… Aynı şekilde, iyi de, kötünün en etkili asıl evrimidir.” diye düşünüyordu.”

Böylece Luther’e, insanın üzerine yüklediği karanlık alınyazısı dogması ve işlememek hakkını elinde bulundurmadığı hataların yükü altında belini büktüğü için gittikçe daha fazla kızıyordu.

Yunan iyimserliği hakkındaki yaygın olan tezlerin bir düzmece olduğunu ileri sürecektir. İlk felsefecilerin dehası acı çekmekten gelişmemiştir. Onlar dünyanın onlara sunduğu gösterinin önünde kuşkularını yenmişler ve kendilerine özgü düzensizliklerinin içinden bir uyum çıkarmayı başarmışlardır.

Adaletin kendisi iki karşıt gücün ortasında bulunan geçici bir dengedir. Dürer’in resimlerinde bu filozoflar da boy göstereceklerdir… Onlar acı ve ölüme karşı mücadele göstereceklerdir… Onlar acı ve ölüme karşı mücadele vermişler ve karşılığında sağlık ve mutluluğu haketmişlerdir. Şayet, Nietzsche’nin ilk denemelerini, Yunan trajedisi döneminde oluşturduğu �Felsefe� adlı denemesinin notlarını okuyacak olursak, onun duraksamalarını görebiliriz. Herakleitos onun hoşuna gider, ama Nietzsche yine de �Bir�in ve �Çok�un planlarına sahip olan Amaximandros’a daha yakın durur. Anaximandros’un sorduğu soru, Nietzsche’nin kafasını kurcalayıp duran sorunun aynısıdır:

“Oluşumun ve neslin bu durmak bilmez çalışmalarının kaynağı nedir? Doğanın yüzündeki bu acılı kasılmanın kaynağı nedir? Yaşayanların var oldukları tüm çevrelerden gelen ve tıpkı cenaze törenlerindeki inlemeleri anımsatan bu sonsuz iniltiler nereden geliyorlar?”

Anaximandros’dan daha emin olan Herakleitos, kötülük problemini çözümler. Çünkü içinde yaşadığımız evren yalnızca olayları tek yönden gören ve kavrayan dar kafalı olan insanlar için hatalarla, haksızlıklarla ve uyuşmazlıklarla doludur. Eğer Herakleitos’a şu son soruyu, “Ateşi suya, suyu toprağa, ters devir başlayana dek çeviren bu sınırsız geçişin nedeni nedir?” diye soracak olsaydık özenli filozofun yanıtı şu olurdu:

“Bu bir oyundur, trajik bir olay olduğunu sanmayın ve özellikle bunu ahlaki bir sorun haline getirmeyin.”

Kendinizi alıştırdığımız bu basit yanıt eğer Schopenhauer’in hâlâ güçlü olan etkisi olmasaydı, Nietzsche tarafından dikkate alınmayacaktı. Nietzsche o dönemde en çok sevdiği filozofun düşüncesini anımsar:

“Bir insanın insan olduğunu söyleyebilmek için, bu insanın aslında var olmaması gereken ama sayısız acı ve ölüm yüzünden var oluşunun cezasını çekmekte olan bir insan olduğunu söylemek gerekir. Böylece bir varlıktan ne beklenebilir? -Biz hepimiz ölüme mahkûm edilmiş günâhkârlar değil miyiz?- Önce yaşayarak, daha sonra da ölerek cezamızı çekiyoruz. Bu, dünyaya gelmemizin gerçeğidir.”

Nietzsche bir dram yazmayı düşünüyordu: �Empedokles.� Nietzsche bu yapıtın konusu için en çok sevdiği şair olan Hölderlin’den esinlenmişti. Hölderlin’in dramında olduğu gibi Nietzsche’nin dramında da �Empedokles�, var oluşun içinde bulunan çokluktan acı çekiyordu. Ama bununla birlikte, Hölderlin’in kahramanı, varlığının sonsuzlukta yok oluşunun tadını çıkarırken, Nietzsche’nin kahramanı ise ölümü hak ettiği bir ceza olarak görür. Vebanın kurbanı olan bir halkın dramını paylaşan ve bu dramdan dualar okuyarak kurtulmayı deneyen kahraman, sonunda kendisini Etna’ya atarak dünyaya gelme suçunun bedelini öder. Corinne ise sevdiğini izler ve o da kendisini Etna’ya atar. Böylece her ikisi de bu dünyaya gelen herkesi öldüren çarkın kurbanları olurlar.

Nietzsche’nin 1872 yılında önem verdiği düşüncelerin hangileri olduklarının öğrenmek isterse, �Zerdüşt�e bakmamız gerekir. İşte en önemli kısımlar:

“Dünya bana bir Tanrı’nın buluşu ve rüyasıymış gibi görünüyor. Dünya canı sıkılmış bir Tanrı’nın gözleri önündeki boyalı buharlara benziyor. İyi ve Kötü, mutluluk ve acı, ve sen, ve ben, benim için bir yaratıcının gözlerinin önündeki boyalı buharlardır. Yaratıcı gözlerini kendi üstünden çekmek istiyordu ve dünyayı yarattı. Acı çeken birisi için gözlerini kendi acısından başka bir yere çevirebilmek baş döndürücü bir mutluluktur.”

Nietzsche, 1876 yılında Wagner’den uzaklaştığından gösteriler dünyasının arkasında kendi kendisiyle aynı kalan değişmez bir varlığın yaşadığı bir art dünya olduğundan kuşkulanıyordur. Ölümün sınırında yol alan ve neredeyse kör olan bu duyarlı hastada aniden yükselen bir yaşam coşkusu bu boş hayaletleri onun bilincinden kovar. Kendisine yalnızca mücadele etmeyi ve acı çekmeyi reddeden insanların sığındığı bir dünya gibi gözüken bu art dünyadan kendisini kurtarır:

“Ah kardeşlerim, yarattığım bu Tanrı, insan yapıtı, insan çılgınlığıydı, bütün Tanrılar gibi!”

Nietzsche’yi, Schopenhauer’e çeken neden, bu yazarın “irade ile akıllılık” arasında gerekli olan ayrımı cesur bir şekilde yapmasıydı. Bunu yaparak, varlığın içinde yatan akıldışılığı ortaya çıkmıştı. Kantizm’in içinden, Kant’ın gördüğü ama önünde geri adım attığı sonuçları çıkarmıştı. Schopenhauer iradeye öncelik tanır, akıllılığı ilse fazladan eklemişti. İnsan ruhu akıllılıkla doludur, sevinci, acıyı ve arzuyu anlık olarak ve birbirlerinden ayrı olarak algılayamayız.

Nietzsche o aşamadan sonra ruhtan söz etti. Çünkü ruh da o art dünyaya ait olan boş bir hayaletti. Artık değerini yitirmiş bedenden söz edecekti. Duyarlılık ve akıllılık birbirlerine karışmış gibi görünecekti ona. Tıpkı birinin, ötekinin içinde erimiş olması gibi. Zaten Yunanlılar insan bedenine büyük önem vermemişler miydi? Beden eğitimini diyalektik ile aynı sıraya yerleştirmemişler miydi? Çünkü beden esnek olduğu zaman düşünce de çevik olurdu. �Ben� ile �O�nun arasında, her ikisinin de birlikte gelişmelerini sağlayacak sürekli bir hareket belirecektir. Bir gün gelecek ve �O� kendi kendisinin bilincini kazanıp, üstün bir beden yaratacaktı. İşte o zaman �Üstinsan� çok yakında olacaktı. Böylece, Nietzsche yanıltıcı kavramlar olan �Bir�i ve �Varlık�ı sahte putlardan ayıracaktı ve görüntü dünyası, gerçek olan tek dünya olacaktı. Bu tüm gücümüzle sarılmamız gereken bir dünyayıydı. Thomas Mann da “geçici olanı” her şeyin üzerinde tuttuğu zaman Nietzsche’nin yandaşı haline gelmiştir. Fakat bu kurtuluşun gerçekleşebilmesi için art dünyayı ayakta tutan taşın ve insanın kendi eliyle yaşam verdiği Tanrı’nın yere atılması gerekiyordu. İnsanın kendisini yeniden kazanabilmesinin yolu açılması için, insanın yazgısıyla barışabilmesi için Tanrı’yı öldürmeliydi. �Tanrı’nın Ölümü, Sevinçli Bilim�de açıklanmıştır. Ama bu öylesine korkunç bir gerçekti ki, yalnızca cesur olan bir kişi tarafından kaleme alınabilirdi,

“Gündüz gözü fener yakıp sokaklarda durmadan: �Tanrı’yı arıyorum!�, �Tanrı�yı arıyorum!� diye bağıran deliden sözedildiğini duydunuz mu? Ne çok Tanrı’ya inanmayan vardı. Onun bu feryatları gülüşmelere neden oldu. �Acaba bir çocuk gibi mi kayıp oldu?� diye sordu birisi. �Saklanıyor mu?�, �Bizden mi korkuyor acaba?�, �Göçmen mi?� Sokaktaki halk birbirine bu soruları bağırarak soruyor ve gülüşüyordu. Deli kalabalığın arasında karıştı ve kendisine gülen bu insanları şöyle bir süzdü. �Tanrı nereye gitti?� diye bağırdı, �Bunu size söyleyeceğim!� diye devam etti.

�Biz onu öldürdük… Siz ve ben! Biz, biz hepimiz onun katilleriyiz! İyi de bunu nasıl yaptık? Denizi nasıl boşaltabildik? Karayı denize bağlayan bu zinciri çözdüğümüzde ne yapmış olduk? Şimdi nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Durmadan düşmüyor muyuz? Öne, arkaya, sağa, sola, her yere düşmüyor muyuz? Hâlâ bir yüksek ve alçak kavramı var mı? Sonsuz bir hiçlik içinde aylak aylak dolaşmıyor muyuz? Yüzümüzde boşluğun nefesine duyumsamıyor muyuz? Hava şimdi daha soğuk değil mi? Geceler gittikçe daha fazla karanlıklaşmıyor mu? Tanrı öldü! Tanrı öldü! Onu öldüren biziz!

Biz, katiller kendi aramızda birbirimizi nasıl teselli edebiliriz? Dünyanın bugüne kadar sahip olduğu en kutsal ve en güçlü şey kanlı bıçağımızın altında can verdi. Bizi bu kandan kim temizleyecek? Hangi su, bu kanı temizleyebilir? Bu suçun cezasını nasıl ödeyeceğiz? Hangi kutsal oyunu icat etmek zorunda kalacağız? Bu eylemin büyüklüğü bizim için fazla büyük. Yalnızca ona layıkmışız gibi görünmek için, bizim Tanrı olmamız gerekmez mi? Hiçbir zaman böylesine büyük bir eylem olmamıştır ve her ne olursa olsun, bizden sonra doğabilecek olanlar bu büyük eylem yüzünden şimdiye kadar hiçbir tarihin olmadığı kadar büyük olan bir tarihe ait olacaklardır!�”

Bu metin hakkında birçok kez konuşulmuştur, ama Nietzsche’nin her zaman bilmeceler ile konuştuğu unutulmuştur. Bize sunduğu gerçek kırık bir aynada yansıyordur. Bu söylevin hitap ettiği önce eğlenen, daha sonra ise şaşıran kişilerin tutumlarına bakalım. �Tanrı’nın Ölümü�nün dramatik görüntüsü ve başlarının üzerinde sallanan tehlikeler onların gözünden kaçmıştı.

Aslında bu insanlar çoktan beri ateizmi benimsemişlerdi. Üstelik kendilerini henüz etkilememiş olan bir olayın önemliliğini yadsıyorlardı. İnsan bu haberin bilincine vardığı zaman kendisini serbest olarak duyumsamayacaktır, tam tersine yükseklik korkusunun avı olacaktır. Onun için söz konusu olan bir devir teslim değildir. Zorlu, acımasız bir dünyada kendisinin sahip olduğu kapasiteyi aşan bir yapıt yaratmak zorunda kalacaktır. İşte her barınaktan kovulmuş, gerçek bir terk edilişe mahkûm olmuştur. Bu dünyada babasını kaybeden bir çocuk kadar yalnız, çaresizdir ve sorumluluklarının yükü altında ezilmektedir. Halbuki bu kurtarıcı cinayeti ertelemek onun elinde değildi.

Tanrı, yaşamın kendisini -kör edici bir ışığa karşı korumak için- gereksinim duyduğu yalanlardan birisidir. Tanrı dermansız gözlerin kalkanıdır. Ama risk daha fazla atlatılamaz:

“Günümüzde cereyan eden olayların en büyüğü Avrupa’da şimdiden kendisini duyumsamaya başladı. Şurası doğrudur ki, böylesi bir olayı kavrayabilmek için yeterli bir bilgiye sahip olanların sayısı azdır. Bu olay, insanlara bir güneşin bir daha doğmamak üzere batması, eski ve derin bir bilincin artık bir kuşkuya dönüşmesi gibi gelir…

İhtiyar dünyamız gün geçtikçe ister istemez daha karamsar, daha kuşkucu, daha yabancı ve daha eski bir görünüme bürünür. Bu büyük olayın ilk sonuçları tanımlanması güç olan yeni bir türün, ışığın, mutluluğun, rahatlamanın, sükûnetin, yüreklendirmenin ve gün doğuşunun habercisi olmuşlardır…

Böylece biz hür felsefeciler, �eski Tanrı’nın öldüğünü� öğrendiğimizde, yeni bir gün doğuşunun ışığıyla aydınladığımızı duyumsuyoruz: Kalbimiz büyük bir minnetle dolup taşıyor.

İşte sonunda, çok belirgin olmasa da önümüzde açılan yeni ufuklara doğru yelken açıyoruz. Bu ufuklarda hür ve tehlikelerden uzak yolculuk edebileceğiz. Deniz bize kucak açıyor. Belki de şimdiye dek böylesi engin bir deniz hiç görülmemiştir.”

Bu metin belki daha az dokunaklıdır, ama hiç kuşku yok ki daha fazla dikkat çekicidir. İnsan için en büyük kötülük, kendisini korkuya mahkûm etmesi ve suçluluk duygusu içinde yok olup gitmesi, görevine layık olmaması, kuşkular içinde başka sığınaklar aramasıdır. Aradığı yeni sığınaklar yeni putlardan başka bir şey değildir: Demokrasi ve devlet… İnsan için en büyük iyilik, cesur bir şekilde, tıpkı şövalye Dürer gibi yıkılmış düzenin her bir yerinden çıkan hayaletlere karşı meydan okuması olacaktır. Uçurumlarla dolu bir yolda yolculuk etmesi ya da geleceğin Kristof Kolomb’ları gibi pusulasız bir şekilde kapkara bir gökyüzünün altında, hiçbir kara parçası gözükmeyen bir denizin azgın dalgalarıyla boğuşması, onun için en büyük iyilik olacaktır. Bu belki de korkunç bir yarıştır, ama yüce bir yazgıya ve yeni bir başlangıca giden tek yoldur! Bilinçlenme sayesinde ne olduğumuzu anlarız ve bu kör edici ışık etrafımızdaki sisleri dağıtacak ve sahte putları yok edecektir. Yarı insan hayvanın uzun zamandan beri dolandığı labirentin çıkış yolunun önünde trajik bir cephe yükselecektir.

“İnsanın varoluşundan hiç kimse sorumlu değildir. İnsanın şu ya da bu şekilde olmasından, onun şu ya da bu koşullarda bulunmasından hiç kimse sorumlu değildir. İnsanı yolundan saptırıp belirsiz bir amaca doğru yönlendirmek saçmalıktır. Amaç düşüncesini bir uydurduk. Aslında amaç diye bir şey yoktur.

Tanrı düşüncesi şimdiye kadar varoluşa karşı olan en büyük itiraz olmuştur. Tanrı’yı yadsıyoruz, Tanrı’nın sorumluluğunu yadsıyoruz ve böylece, yalnızca dünyayı biliyoruz.”

�Tanrı’nın Ölümü�, insanın henüz anlaşılmaz olan doğasını yenmek için kabul etmek zorunda olduğu korkunç ve acı verici bir önkoşuldu. Bu koşul olmaksızın insan evrimin içinde yer alamaz. Hepimiz onu yüceltmemiz gereken bir evrimin içinde bulunuyoruz. Bu evrimin içinde yer almamız bizi birbirimize karşı katılaştırıyor ve belki de acımasızlaştırıyor. Ama yine de biz bu evrimin bir parçasıyız. Merhametliliği ve dayanılmaz aklıbaşındalığı yüzünden bizim bu “Hıristiyan” Tanrı’yı mahkûm etmemiz gerekir. Şayet Tanrı var olmaya devam etseydi, insanlık öz güvenini nasıl kazanabilirdi? İnsanın Tanrılaşmasını yasaklayan bir Tanrı’nın varlığına nasıl dayanılabilirdi? Yeni insanın doğması için, insanın ölmesi gerekliydi:

“Benim için söz konusu olan, bir zamanlar Stendhal’in bir Dostoyevski olduğudur. En beklenmedik ilişki, bir kitapçıda yazarının adını bilmediğimiz bir kitabın sayfalarını çevirdiğimizde aniden beliren bir içgüdünün sizin bir akrabanızı bulduğunuzu haber vermesidir.

Bugüne kadar onun ünü ve geçmişi hakkında fazla bir şey bilmiyorum. 1881 yılında ölmüştür. Gençlik yaşlarında mutsuz olmuştur: Burjuva kökenli bir aileden olmasına karşın hastalık ve yoksulluk dolu günler geçirmiştir.

Yirmi yedi yaşında ölüme mahkûm edilmiş, idam sehpasının üzerindeyken, cezası affedilmiştir. Daha sonra Sibirya’da dört yıl kanlı katiller arasında prangaya mahkûm edilmiştir. Bu süreç onun dönüm noktası olmuştur…

Psikolojik önsezisinin gücünü keşfetmiştir. Duyarlılığı artmış ve bir derinlik kazanmıştır. O dönemin anılarını yazdığı �Ölüler Evi� adlı kitabı, yazılan en insancıl kitaplardan birisidir. �Yeraltı Notları� adlı kitabını yine geçirdiği sürgün günlerinden esinlenerek yazmıştır.”

Daha sonra Peter Gast’a yazdığı bir mektupta Nietzsche, Dostoyevski’nin psikolojik dehasına olan hayranlığından sözeder. Bununla birlikte, onun en güçlü içgüdülerine karşı koyduğunu da ifade eder. Sanıyoruz ki, Nietzsche ve Dostoyevski arasında yapılacak bir karşılaştırma, aslında temel anlaşmazlığın nedenlerini aydınlatabilir.

Nietzsche Dostoyevski’nin yeraltı dünyası, yeraltı yolları, labirentler hakkında yaptığı ayrıntılı araştırmasını övüyordu. Burada gizlenmiş sofuca yalanlar sayesinde iyi insan ötekilerden gizlenir, kendi kendisinden bile iç çelişkilerini saklar. İşte “Gnôthi Sauton” gerçeği budur. Dostoyevski’nin zavallı kahramanı birbirini izleyen saçma davranışlarda bulunarak, sonunda isyankâr ve acı çeken bir kurban olur. Yüzeysel olarak her şey açık ve berraktır. Ama derinde, azgın sulardan ne korkunç canavarlar çıkıyordu! En kötüler iyilik dolu bir gülüş arkasında itiraf edemedikleri kinlerini gizlerler… En iyiler yalnızca karakterlerinin soyluluğu sayesinde erdeme ulaşabilenler -haksız olduklarına inanıp-, aldatmaca bir merhamete boyun eğerler.

Nietzsche, Dostoyevski’nin betimlediği dünyada İsa dönemindeki Filistin’in hastalarını ve yoksullarını keşfettiğini sanır. Öç almaya susamış, ama yadsımaya hazır bulanık ruhlar:

“İncil’in bizi içine sokmaya çalıştığı dünya, sinir hastalıklarının, çocukça salaklıkların sanki birbirlerine randevu vermiş gibi bir araya geldikleri, adı “Ölüler Evi” olan bir Rus romanında alınmış bir dünyadır.”

Nietzsche’nin Rus romancıdan söz ettiği kuşku götürmez. Yazarın adının kullanılmadığı yerlerde dahi “yeraltı” sözcüğünün sıkça yinelenmesi bunu kanıtlamaya yeter. Dostoyevski’nin İsa’ya karşı beslediği duyguları çok iyi biliyoruz. Rus yazar için Tanrı’sız bir dünya “saçma” bir dünya olurdu. Her şeyin “serbest” olduğu bu dünyada doğal olarak kötülük hiçbir sınır tanımazdı. Üstelik Nietzsche’nin kesinlikle mahkûm ettiği suçluluk duygusunda, Dostoyevski selamete giden yolu buluyordu. “Suç ve Ceza” adlı romanda, Sonya’nın yol gösterdiği Raskolnikov, huzuru adalete teslim olmakta bulur. Kötülük konusu onun için yalnızca soyut kalan bir diyalektik alanında değil, aynı zamanda etten ve kemikten olan insanların yaşadığı ortamlarda da kendisini gösterir. Sonuç olarak Dostoyevski İsa’ya güvenir, gerçek yüceliğin sırrını ona sorar. Pascal’a katılarak, Tanrı’sız bir insanın “sefilliğini” kanıtlar. İnsan Tanrı’nın kanununu kabul etmek zorundadır.

“Benim ilkem çok basittir.” diye yazmıştır 1868 yılında Nathala von Vizine’ye.
“Ben, İsa’dan daha güzel, daha derin, daha sevimli, daha mantıklı, daha yiğit ve daha mükemmel bir şeyin olmadığına, hiçbir zaman da olamayacağına inanıyorum. Eğer İsa’nın gerçek olmadığını bana kanıtlayabilirlerse ve gerçeğin İsa’nın dışında olduğu doğruysa, ben İsa ile kalmayı gerçek ile kalmaya tercih ederim.”

Bu satırlar, Dostoyevski’nin inancının tam olduğunun göstergesidir.

Ama onun da “dünyayı mantığın yönetmediğini” düşünmesine ve “yeraltından” çıkan çelişkileri fark etmesine karşın, Nietzsche gerçeğin bu olmasını yeğliyordu.

Ya da daha doğrusu, gerçeği görüntüler içinde yok olmuş bir varlığa bağlamayı değil de, her zaman hareketli olan bir yaşama bağlamayı, kendisi için yalnızca can sıkıcı bir tanık olan Tanrı’yı yaşamdan uzak tutmayı istiyordu.

“Ahlâki bilincin” boş ve kötürümleştirici kuruntularını yaratan bu Tanrı değil miydi?

“Ama onun gerçekten de ölmesi gerekiyordu. Her şeyi gören gözleriyle insanın içini, tüm utancını ve gizli olan çirkinliğini görüyordu. İnsanın en iğrenç kıvrımlarının içine bile giren, bu patavatsız, aklını acımayla bozmuş be meraklının ölmesi gerekiyordu. Durmadan bana bakıyordu… Ben de bu tanıktan öcümü almak ve yaşamıma son vermek istedim. Her şeyi ve insanı bile gören bu Tanrı’nın ölmesi gerekiyordu.”

Edgar Poe’nun bize anlattığı da benzer bir cinayettir. William Wilson da dayanılmaz bir tanıktan aynı şekilde kurtulmuştur. Etrafında, onun tutumunu kınayan ve olabileceği parlak insanın betimlemesini çizenler de vardır. Ama bu kalabalığa karşın insan hareketsiz alınyazısıyla baş başa kalır. Hiç kuşku yok ki, Nietzsche bir trajedinin başlayacağını önceden duyumsamakta çok haklıydı.

Posted in NİETZSCHE | Leave a Comment »

NİETZSCHE’NİN YAŞAMI

Posted by BÖÖ Aralık 1, 2006

Frédéric Nietzsche (Friedrich-Wilhelm) 18 Ekim 1844’te doğdu. Babası Karl Ludwig, Lutzen yakınlarındaki Rocken Protestan Kilisesi’nin papazıydı. Annesi Francesca Ehler’in de bir papaz ailesinden olması nedeniyle Nietzsche’nin çocukluğu saygı ve sevgi dolu hatta -Kant gibi- dindar bir çevrede geçti. Çocukluk yıllarının başlıca üzüntüsü, babasının sağlık durumunun genellikle kötü oluşuydu. Aradan zaman geçince babasının hastalığına tanı konması giderek güçleşti. Oğluna kalıtımsal olarak geçirdiği şiddetli migren ağrılarına, daha sonra çok çabuk ilerleyen bir beyin tümörünün neden olduğu sanılmaktadır. Baba Karl Ludwig, 30 Temmuz 1849’da hemen hemen körleşmiş olarak öldü. Katı geleneklere sahip kadınların onun bakımını üstlenmeleri nedeniyle, Nietzsche’nin duygularının derinliklerinde bu uzun ve bunalımlı yılların izi kalmıştır.

Nietzsche bu yıllarını, Namburg’da annesi, halaları ve genç kızkardeşinin (Elizabeth) yanında geçirdi. İlköğrenimini bu kentte (Bürgerschule) tamamladı. Çalışkan ve kendi halinde bir çocuktu. Küçük yaşta, dinin yeterli çözümler getiremediği sorunlara yöneldi. Varoluş nedenleri hakkında kendi kendisine sorular soruyordu genç Nietzsche. Bu türden soruları, Baudelaire, Edgar A. Poe ya da L. Pirandello gibi özel kişilikler de çocukluklarında sormuşlardı ve sonrasında kendilerinin, ailelerine karşı yabancılaştıklarını farketmişlerdi. Öğrenim sorunları nedeniyle Nietzsche, kendisine sahte bir Polonyalı soyağacı yaratmak zorundaydı. Ekim 1853’de altı yıl kalacağı Citadelle de Pforta Ortaokulu’na girdi. Bu süreç, gizli tutkuları değil, sorunsuz geçen bir altı yılı içerir. Burada yarı askeri yaşamının çekilmezliğine karşın doğaçlama çaldığı bestelerde huzur buldu.

İlk duraksamaları ortaokulun başlangıç yılında ortaya çıktı. On üç yaşında ilk otobiyografisini yazdı. Kötülük olgusu, daha o zamandan kafasını kurcalıyordu. Hiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrıya nasıl maledilebilirdi? Çocuğun küçük yaşta kaygı ile tanık olduğu, özellikle bedensel acı ve işkencelerin kaynağı neydi? Bu kuşkular Nietzsche’nin bilincinde gelişecek, dört yıl sonra, 1861 yılında ilk şiirinin esin kaynağı olacaktı. Bilinmeyen Tanrıya, yalnızca can sıkıntısından kurtulmak amacıyla uzaya dünyalar fırlatan ve sonrasında hiç aldırmaksızın onları kendi yazgılarıyla başbaşa bırakan o sanatçı Tanrı… Hıristiyan Tanrıdan, vicdanları dikkatle izleyen ve suçluluk duygusu dürtüsüyle onları doğru yola sokan ahlakçı Tanrıdan -Rousseau ve Kant’ın Tanrısından- daha şimdiden ne kadar da uzaklaşmıştı!

Öğrenimini bitirip diplomasını alan Nietzsche, Bonn Üniversitesi’ne kaydoldu. Ona yardım etmek için kendilerini bazı şeylerden mahrum eden iyiliksever kadınların kaygılarını azaltmak için ilahiyat derslerini izliyordu. Ama özellikle dilbilim ile ilgileniyordu. Bu öğrencinin olağanüstü yeteneklerini hemen farkeden doktor Ritschl’ın derslerinde Nietzsche, felsefesine gereksinim duyduğu yöntemi bulacaktı. Nietzsche Ren Nehri’nin romantik kıyılarının, Yedi Tepe’nin üzerindeki Saint-Jean’ın ışıklarının ve tartışmaların kavgaları izlediği tavernalardaki içki alemlerinin çekiciliğine karşın, daha büyük bir ilgi için Leipzig’e giden bu eşsiz ustanın (Ritschl) ardından Leipzig’e gitti. Burada, yaşamını etkileyecek iki önemli karşılaşma onu bekliyordu.

Schopenhauer’de beklediği cesur eğitimciyi buldu. Schopenhauer’in �Doyurucu Mantığın Yeterliliği� adını verdiği dört aşamalı felsefesini açtığı �Bir Çeşit Arzu ve Temsil Dünyası� adlı önemli yapıtını büyük bir açlıkla okudu. Bu yapıtın estetik yanını kabul ettiği gibi, metafizik yanını da kabul ediyordu. Zaten biri ötekine sıkı sıkıya bağlıydı. Ahlaki önyargıları ve yanılsamaları bir kez aştıktan sonra, dünya ona tadını çıkarabileceğimiz bir gösteri alanı gibi görünmeye başlamıştı. Çünkü aynı zamanda kendisinin seyircisi olmayı da öğreniyordu. Ama Apollon’un iyiliğinin sergilendiği bu parlak renkli örtünün arkasında, kişisel istekleri yansıtan tutkuları yüzünden kendisini parçalayan bir Tanrı da uç vermeye başlamıştı.

Nietzsche o zamanlar diğer pek çok insanda görüleceği gibi, ilk düellosunun yara izinden gurur duyan bir Alman öğrenciydi. (Yalnızca özel durumlarda oluşabilen romantik ortamlarda yaşanabilecek şeyleri Pirandello üzerine yaptığım biyografi çalışmasında gösterdim.) Nitekim Wagner’de bir konserden sonra ilk kez gittiği Leipzig’in romantik ortamından çok etkilenmiş ve Nietzsche gibi o da bu kenti, kendisini geliştirebileceği bir yer olarak görmüştü. Wagner’in Sahra Topçu Birliği’nde geçen bir yıllık askerlik görevi sonrasında, geri dönmekte acele ettiği Leipzig’de her ikisinin de dehasını kabul ettikleri Beethoven’a duydukları hayranlık onları birbirlerine yakınlaştırdı. Yaşam onları yan yana getirmişti.

Wagner, Lucerne yakınlarındaki Tribschen’e yerleşmişti. Orada, tıpkı at gezintisine çıkmış şişman kadınları andıran dağ manzaralarının düzensiz şekillerinin ardında gizlenen uyumu keşfetmek, büyük yapıtlar, özellikle �Dörtleme�sini bestelemek, bir de sadık dostu ve en iyi yorumcusu olan orkestra şefi Hans Von Bülow’un o zamanlar hâlâ karısı olan Cosima Lizst’e karşı duyduğu şiddetli aşkı saklama için sığınmıştı. Öte yandan Nietzsche’de, Ritschl’ın önerisi üzerine, Basel Üniversitesi’ne dilbilim hocası olarak atanır. Böylece, 17 Mayıs 1869’da başlayan ve Mayıs 1877’ye kadar süren verimli bir sıcak dostluk başlar. Bu aynı zamanda dışa vurulamayan yanlış anlaşılmaları içerecek bir süreç olacak ve sonuçta iki insan arasındaki bağ kopacaktır. Wagner bu sıcak yandaşın kendisine sağladığı olanakları, öncüsü olduğu öne sürdüğü müzikal devrimine katkıda bulunabilecek düşünce zenginliğini fark etmiş miydi? Kuşkusuz… Ama Cosima daha keskin görüşlüydü… Dehasına olan güveni yüzünden başı dönen bir kompozitöre arkadaşının üstünlüğünü nasıl kabul ettirebilirdi ki?

28 Mayıs 1869’da, Nietzsche coşkulu bir kalabalık önünde �Homeros ve Klasik Dilbilim� hakkında muhteşem bir söylev verir. Felsefesi, araştırmaların anlaşılması güç duyguları, �Diogen Laerce� üzerine doktora tezini hazırlayan genç bir dilbilimcinin düzeyi zaten yeterince şaşırtıcıdır. Fakat, herkesin hayran olduğu bu genç üstadın tehlikeli araştırmalara çoktan demir attığını kim aklına getirebilirdi ki? Dilbilim dersleri ve iki yıl boyunca okutulan “Yunan Trajedisi Döneminde Felsefenin Doğuşu” dersine ait notları, ancak ölümünden sonra ortaya çıkar. Ama başarısı da yadsınmaz. Daha 1870 yılında henüz 27 yaşındayken ordinaryüs profesörlük kürsüsüne çıkması bunun kanıtıdır.

Nietzsche’nin, ülkesi Almanya’nın yüceliğine inandığı bir dönemi vardır. Ama kısa sürede, bu yücelik Nietzsche için duyguların en sahtelerinden biri haline gelecektir. Oysa bir dönem yenik düşmüş Fransa’ya nasıl da acı bir alayla bakmıştı! İyi olmayan sağlık durumu, Metz’in kuşatılma harekâtında ona yalnızca cephede hastabakıcılık yapma olanağı verir. 1871 yılında Basel’deki öğretim üyeliği süreci yeniden başlar ve Wagner’e �Trajedinin Doğuşu� adındaki yapıtının elle yazılmış metnini okur. Wagner ise, bu yapıtta yalnızca operasının savunmasını ve ortak hocaları Schopenhauer’in düşüncelerinin cesur bir yorumunu görmek istiyordu. �Çiçeron ve İtalya’da Rönesans�ın yazarı olan Jacob Burckhardt ile dostluğu da aynı yıl kurulmuştur. Burckhardt, Basel Üniversitesi’nde beğeni ve saygı görmektedir. O nedenle Nietzsche’nin Basel’i terk etme önerisini reddeder.

1872 yılında yayımlanan büyük yapıtı �Trajedinin Doğuşu�, Nietzsche’nin felsefesindeki farklılaşmanın ilk ciddi belirtisidir. Yunanlı felsefecilere karşı duyduğu merak, basit bir bakış açısı genişlemesi olarak yorumlanabilirdi. Nietzsche burada trajedi üzerine tartışmaları yeniden ele almakla sözcük köklerinden yola çıkarak, düşünce ve olguların içeriklerinin araştırılması için çaba harcanmasının gerekliliğini kavramıştı. Leipzig’deki ustası Schopenhauer, en sevdiği öğrencisinin düzeyi hakkında yanılmamıştır. Söz konusu olan, herkesin bir parçası olduğu yaşam denen trajik ve baş döndürücü oyun dünyasının yaratılışını keşfetmeye girişen Sokrates öncesi düşünürlerin portrelerinin iyi çizilmesi, dahası, varlığın olası olası üç düşüncesini Anaksimandros, Herakleitos ve Parmenides adları altında yerleştirmekti. O zamanda kadar geleneksel düşüncenin hiçbir itiraz görmeksizin hüküm sürdüğü Renevi felsefe geleneğinde, kendisine yönelik incitici bir kınama eğilimi de başlamıştı bu arada. Her şeyi değiştirmeyi isteyen ve tüm putları suçlayan sürekli bir saldırganlık yerine, birkaç itiraz söz konusuydu. Hoşgörüsüz bir konferansçının, Nietzsche’nin zaman aşımına uğramış ve köhneleşmiş olduklarını öne sürdüğü üniversiteler de buna dahildi.

1873 ve 1874’de �Zamansız Düşünceler�in ilk üç makalesi yayımlandı. (İlki David Strauss’a karşı sert bir saldırıydı… Oysa ikincisi özellikle kültüre ve tarihe saldırıyordu.) Bu yazılarla, meslektaşlarına ve öğrencilerine tüm türden tartışmalar için daha fazla beklemenin gereksiz olduğu mesajını veriyordu.

Meşalelerle Ren kıyılarına gidip, nehre karşı şarkılar söyleme ve kafa çekme zamanı sona ermişti! Nietzsche kendi yerini, dilbilime sadık kalan Erwin Rohde’a bırakmayı düşünüyordu. Gittikçe çoğalan baş ağrılarına eklenen görme bozuklukları, iyileşme umudunu iyice azaltmıştı ve babasının hastalığının izleri aklından çıkmıyordu. Lugano’da gerçekleşen ilk kısa görüşme bekleneni vermemişti.

1873 yılından sonra, Nietzsche’nin ruhsal kişiliğindeki bölünme açığa çıkmaya başlar. Durmadan gezinen bir gezgin ve �Bir�in �İki� olduğu zamana kadar kendisine aşama aşama eşlik eden bir �Gölge�ye tanık oluruz. İşte �Zerdüşt� bu günlerde beliriverecekti. Her şeyden yavaş yavaş kopmaktaydı. Yalnızlığa çekilmişti. Eski arkadaşlarının �Bayreuth�a yaptığı övgüyle şaşırttığı Wagner’den bile uzaklaşmıştı. Kopuş onu önce güneye, daha sonrada Bernina’nın buzullarına doğru götürdü. Kasım 1876’dan, Mayıs 1877’ye kadar Sorrente’deki ihtiyar arkadaşı Malvida von Meysenbug’un yanındaki ikamet tek molaydı. Malvida, Nietzsche ve Wagner’lere, uzun yakınlaşma gezileri düzenleyerek iki dostun arasındaki anlaşmazlığa son vermeyi düşünüyordu. Ona göre, düşünce ayrılıklarından doğan geçimsizliklerden çok, hastalıklı bir durum söz konusuydu. Fakat, denizin iki aklanının her iki yanında duran �Mutlu Adalar�ın gözüktüğü yalıyarların üzerinde yapılan gezintilerde, iki dostun arasında yalnızlık vardı. Amaçları artık ne kadar da ayrıydı! Wagner �Parsifal�in Hıristiyan ezgilerini dinliyordu… Nietzsche ise insanın dolaysız olarak Prométhéé’ye dönüşeceğini, henüz uzakta olan bir gelecekte �Üstinsan�ın yaklaştığını önceden seziyordu. �Gölge� büyüyordu… Epomeo’nun doruğunda, sıkıntılı gemicilerin karşısında dikili bir fener gibi görünüyordu…

“Zerdüşt adanın tepesinden, sabahleyin erken saatte diğer kıyıya ulaşmak için yola çıktığında vakit gece yarısıydı… Çünkü gemiye binmek istediği yer orasıydı.

Bu kıyıda yabancı gemilerin demir atmaktan hoşlandıkları iyi bir koy vardı.

Bu gemiler denizi aşmak isteyen bazı kişileri Bienheureus adalarından beraberlerinde getirirlerdi.

Zerdüşt dağa tırmanırken yalnız başına yaptığı birçok yolculuğu düşünüyordu, daha önce ne çok tepe ve doruk aşmıştı…”

…Basel’e geri dönüşünü izleyen yıllar üzüntü ve umutsuzlukla doluydu. Terk edilmiş sıraların önünde, filozofun daha önce gözüpek düşüncelerinden geriye kalansa, bir parça avuntuydu. Adı �Bir İtiraf� olan içtenlikli kitabını yazdı. Aslında bu kitabında, merhamet duygusundan ve tedirginlik duygusunun tuzaklarından yakasını sıyırmak için gösterdiği boş çabayı dile getirmemiş midir? Baden-Baden’de önerilen tedaviler işe yaramıyordu. Nietzsche rutubetli havaya ve yağmur ile nöbetleşe gelen sislere sabredemiyordu. Oysa Naumburg’da, kaygılı ve üzüntülü annesinin yanında geçirdiği kış daha da tehlikeliydi.

Nietzsche’nin yaşamındaki akışını belirleyecek karar saati gelip çatmıştı: Ciddi insanlar için bunun adı delilikti. Çünkü, Basel’in profesörünü şereflerin en büyüğüne taşıyabilecek parlak bir kariyerin terk edilişi başka türlü nasıl cezalandırılabilirdi ki? Nietzsche’nin öteden beri kendine özgü değer yargıları vardı…

Yaşamın değerlerine varoluşçulardan çok daha farklı bakıyordu. Onun kabul ettiği biricik şey, sahte olmayan tek değer olan dürüstlüktü. Belki de dönemin dışında bir sonsuzluk kabul etmiyor, bu sonsuzluğu kendi içinde yaratmak istiyordu.

On yıl sonra, “Filozof nedir?” diye kendi kendisine soracaktı. Bir filozof kendinden ne isteyebilirdi? Elbette, içinde bulunduğu zamanı aşıp, kalıcı olmayı. Bu en zor olanı başarabilmek için neler yapmalı, nelerle savaşmalıydı? Zamanı aşmak kolay olmayacaktı.

“Ben Wagner gibiyim, şimdiki zamanın insanıyla -gerilemekte olan-, tüm diğer insanlarla benim aramdaki tek fark, benim bu gerilemeyi anlamam ve buna karşı kendimi korumamdır”

Çabucak kabul edilen bir istifayı izleyen 1879 yılı daha az korkunç değildi. Bu yıl, hastanın ruh ve bedeninin, çaresi olmayan bir iflasa doğru sürüklendiğini açığa çıkaran yıldı. Çözümsüz bir hastalıktan kurtulmak için hangi tedaviye başvurmalıydı? Canlılığın fışkıran kaynakları yeniden nereden bulunmalıydı? Gerekli enerjiyi bulamadan, iradenin yapabileceği, kurtuluşu olmayan bir savaşta en son gücü tüketmekten başka bir şey olamazdı. Eski dostlar uzaklaştığına göre, başıboş gezgin, özlemini duyduğu anlayışlı yeni arkadaşlara nerede rastlayacaktı? O sıralar, hastalığına zorlanarak da olsa bir ritim kabul ettirebileceği inancıyla, düşüncesini karartan sislerden kaçıyor, açık havaları, kendisine iyi gelen hafif rüzgâr ve ışığı buluyordu. Ruhsal sağlığın dayanağı, �Ben ve O�nun arasındaki yok olan dengeyi yeniden yazmaya başladı. �Gezgin ve Gölgesi�nin göz kamaştırıcı özdeyişleri, aforizmalar dünyasının parlak doruk çizgileridir.

Hâlâ Almanların esiri olan Garda Gölü’nün kuzeyindeki en uç noktası, Riva’da, kısa bir süre kaldıktan sonra, Venedik’e, Peter Gast’ın yanına gitti. Bu kent belki sağlıksızdı, fakat Nietzsche için müziğin kendisiydi. Sadık dostuyla piyanoda dört elle doğaçlama çalınan ezgiler kendine gelmesini sağlıyordu. Hasta ve gittikçe çılgınlığın uçurumlarına dönük gözleri önünde, şimdiden büyük projelerin taslağı çizilmektedir. Marienbad kaplıcalarında geçirilen can sıkıcı bir yazdan sonra, iki arkadaş Cenova’da ortaya çıkacaklardır. Burckhardt’ın kendisine sözettiği soylu kent, bir zamanlar Kristof Kolomb ve arkadaşlarının maceraların en güzeline doğru yola çıktıkları bu capcanlı liman Nietzsche’nin tüm özlemlerini tatmin eder.

Bu sarayların her taşının içinde eşsiz bir kişiliğin damgası yer almaktadır. Cenova denize açıldığı gibi, geleceğe de bakan, çağrı ve çığlıklarla çınlayan bir kentti… Uzaklardaki topraklarda, Barcelona ve Sierrası’nda, havasının her zaman berrak olduğu Meksika ve çıplak yaylalarında, yola çıkma hazırlıklarında atılan çığlıklar arasında, güneşten kavrulmuş bir Afrika’nın serapları keşfedilir. Nietzsche de, hiçbir şeyin ölçülüp biçilmediği, her şeyin başka ve değişik olduğu bu misafirperver topraklara doğru demir almayı düşünüyordu.

Her yaz, Sils-Maria Gölü’nün kıyılarına geri döndüğü bu kent, beklenen buluşmaların da yeri olacaktı. Recoara ve Portofino arasında, geniş körfezin son bulduğu yerde ve Benina buzullarına doğru tırmanan Fex Vadisi’nde, �Zerdüşt�ün mesajını işitecekti. Kendi psikolojik durumunu, �Sabah Kızıllığı� adlı yapıtında aydınlık, �Sevinçli Bilim� adlı yapıtında ile içinin kararmış olduğunu söyleyerek yorumlar.

Fakat Nietzsche’nin geçmişteki takıntılardan kesin olarak kurtulması, bir daha geri dönmeyi düşünmemesi ve az rastlanan yazgısını tamamıyla tanımlayabilmesi için büyük bir ıstırap gerekliydi. Bu acı, arkadaşının gittikçe artan yalnızlığına üzülen Malvida von Maysenbug’dan geldi. Malvida’nin Nietzsche’ye 1822’de Roma’da genç bir Yahudi kızı olan Lou Andreas Salomé ile bir “karşılaşma” tertiplemesi, sadık dostun niyetine göre paylaşılacak bir aşkın hareket noktasından başka bir şey değildi. Önceleri, görünüşte coşkulu bir öğrenci olan bu kırılgan kız, çok çabuk biçimde cesur bir kimliğe kavuşur. Bu seçkin arkadaşın görevi, gezgini kendi kendisiyle barıştırmak ve onu yine bereketli Germen topraklarına yerleştirmektir. Gerçekten de bu şükran dolu aylar boyunca Nietzsche öğretmenlik yapmak için Viyana’ya ya da kimbilir belki de Basel’e geri dönmeyi hayal etmişti. Fakat ortamın baş döndürücü saatlerinin, zamanında Siedfried’in sözlerinin birbiri ardına sıralandığı Tribschen’in sessiz koridorlarında karşılıklı güven içerisinde yapılan itirafların yerini derhal bir düş kırıklığı alacaktı. Anlayışlılığıyla Nietzsche’nin karakterindeki birbirini tutmayan birçok görünümü ayırt eden Lou Salomé, sonunda onun doğasında olan aşırılıklardan, yanardağa benzeyen görünüşünden korkmuş ve onu frenleyemeceğini anlamıştı.

Malvida’nın verdiği öğütle, Wagner ve Nietzsche’yi barıştırmayı düşünüyordu. Oysa bu barış imkânsızdı. Nietzsche, Bayreuth’deki görüşmelerinde Lou Salomé’nin Wagner’in önünde diz çökmesini ihanet olarak yorumluyordu. Nietzsche’nin dramında ortaya çıkan diğer olayları yalnızca tahmini bir şekilde izleyebiliriz. Ona karşı gösterilen tüm davranışları tahmin etmek zorundayız. Kendi kendisini savunan bir arkadaş -Paul Rée- ya da başka bir kadının etkisini kuşkusuz kıskanan bir kız kardeşinki gibi…Şurası kesin ki, romantik bir kopuştur bu ve bir daha hiçbir arkadaşın gelip yalnız adamın masasına oturmayacağının kesin olarak bilinmesinin sonucudur. �Gölge� ile yapılan diyalog o zaman başladı ve bu sürecin sonucunda, güzellik açısından Beethoven’ın IX. Senfonisi’ne eşdeğer bir başyapıtın yaratılması gerçekleşmiş oldu. Bu, bize yazgısıyla barışık olmayan bir Faust’un macerasını anlatan çok uzun bir şiirdir. Zaten peygamber bilmece gibi konuşmaktadır ve yalnızca gelecekteki insanlar, üç bin yılında yaşayacak olanlar mesajı anlayabileceklerdir. Yalnızca�Üstinsan� olmayı sağlayan, uçurumları aşan köprüyü bulabileceklerdir.

Bununla birlikte, Akdeniz’in geniş ufukları ve çam ağacının bulunduğu Bernina buzullarını çevreleyen karanlık dar vadiler arasında bölünmüş bir yaşam, bu gidişatı izliyordu. Fakat bir dansçının hafif adımlarını çağrıştıran kuzey rüzgârının estiği Nice kenti, Cenova’nın yerini almıştı. Cenova’nın sert ve rutubetli kışı, onun inatçı migren ağrılarını uyandırmıştı.

Nice’de yılın ortalama 220 günü yağışlı geçiyordu ve kent, Zerdüşt’ün özellikle tırmanmaktan hoşlanacağı kayalıklara sahipti. Burada mantığı tamamen yenilecek ve müzik başlangıç noktasına dönerek, ölümsüz şiirinin en güzel kıtalarını vurgulaya vurgulaya söyleyen bir dansa dönüşecekti:

“Gözlerinin içine baktım, ey hayat; altın parıltısı gördüm gece gözlerinde senin -hazdan yüreğim durdu:

-Bir altın kayığın parıldadığını gördüm gece sularında,
batan, çıkan, sallanan, yine çıkan bir altın kayığın!
Bir bakış baktın ki hora delisi ayaklarıma,

-gülen, saran, eriten, sarsan bir bakış:

Çalparanı o küçük ellerinde daha iki kez
tıngırdatmıştım ki, hora çılgınlığıyla sarsılmaya başladı ayaklarım.”

Böylece bile bile çoğaltılan gerginliklerin egemenliği altına giren bir düşüncenin dramı yoğunlaşır. Biz, bu sayfalarda bunu anlatmaya çalıştık, bu dramın karşı konulamaz kasırgaya kadar gidişini işledik.

Evet, Nietzsche kendi rızasıyla Tanrı Dionysos’un izleyicisi olmakta, kendi karşıtlıkları tarafından yaralanmakta, tıpkı yok etmek için sürekli yaratan yaşam gibi, yılanın bir halkasını andıran, hızlanan zaman �Sonsuz Dönüş�ün simgesine dönüşmektedir.

Zerdüşt’ün tamamlanmasından sonra, dahi hastanın kafasındaki projeler birbirlerini hızla izlediler. Artık yalnızca arada sırada kontrol edebildiği coşkulu esin ile bunlardan bazıları gerçekleşmişti. Hem İngilizlerin psikolojik ahlak söylevlerini, hem de dinsel ve metafizik ahlak söylevlerini çürütmek isteyen �Salt Aklın Eleştirisi� gibi gözüküyordu. Kant’ın düşüncesi, Nietzsche’ye gittikçe varılan son gibi gözüküyordu. Yeniden gözden acı veren bir dostluğun bilançosuna son noktayı koyan Wagner’in Şubat 1883’de Venedik’te meydana gelen ani ölümü gibi. Belki de Nietzsche, �Wagner’e Karşı� adlı yergi yazısını, kendi içinde yok etmek istediği suçluluk duygusunu, içinde varolan korku ve kuşkuları yoketmek için yazmıştır. İnsanoğlunun safça bağlandığı putların maskelerini düşüren yapıtı �Putların Alacakaranlığı� nda da bu kaygı vardır.

İşte o zaman, zorlama eleştiriler bir yana bırakılacak olursa, Zerdüşt’ün mesajı bir dinsizin beşinci İncil’i gibi görünür. Bu aynı dinsiz �Ecce Homo/İşte İnsan� adındaki kitabında kendi kendisinin övgüsünü yapacaktır.

Kalan son arkadaşlarının ondan kaçışları böylece anlaşılır. İçlerinde, en hoşgörülü kişi olan Jacob Burckhardt bile Nietzsche’den kaçar. Burckhardt’ın düşüncesine göre, bir yazar yapıtının arkasında kalmalıdır. “Bencillik, tiksinti vericidir.” der Pascal.

Alplerin çember biçimindeki siperi tarafından korunan ve çevrilen dağ eteğinin merkezinin canlandırıcı iklimine bağlı olan yatıştırıcı birkaç ay ve sonunda ortaya çıkan ilk başarılar sayesinde, dram Torino’da sonra erer. Danimarka’da George Brandés, Fransa’da Taine, yanına pusula almadan, belirsiz bir geleceğe atılan bu yalnız filozof hakkında konuşmaya başlar. Yandaşlar ortaya çıkar. Başka bir coşkulu deha, Strindberg, hayranlığı haykırır. Karl Spitteler’e göre ise Nietzsche, �Ateş Tanrısı Prométhéé�yi anımsatmaktadır. Eşsiz bir zekânın karardığı geceyi delip geçen ışıklar tehlikeli bir yolculuğun son bulacağı limanın değil, çok büyük bir yıkımın habercisidir. Ateşin yıkıcı evresi başlamaktadır.

Yoldan geçenlerin şaşkınlıkla tanık oldukları belirtiler 1888-1889 kışı süresince ortaya çıkar. Sahibinin dövdüğü bir atı Nietzsche’nin öptüğü bile görülmüştür. Eski arkadaşlarına gönderdiği anlaşılmaz mesajlardan en çarpıcısı Cosima Wagner’e gönderilmiş olan, “Ariane, sizi seviyorum.” mesajı felaketin finali olur.

Basel’den koşup gelen Overbeck, Nietzsche’yi hemen Léna’daki bir hastaneye götürür. Eski bir Venedik müziğinin son kıtaları, ani öfke nöbetlerine maruz kalan ruhunda silinip gider. Tanı umutsuzdur… Fakat yardım çabuk gelir.

O andan sonra, büyük beyaz bir kefene sarılmış yarı ölü, neredeyse her zaman bilinçsiz olarak -annesi ve kızkardeşinin yanında- Naumburg’daki baba evinde yaşamaya başlar. Kişiliğini çoktan beri hzaman artık onun için durmuştur. Böylece 1897 yılında annesinin ölümünden kaynaklanabilecek acıdan kurtulur! Kız kardeşi onu çoğunlukla reddetmiş olduğu konulara karşı saygısının başladığı Weimar’a götürür. Zafer denilen şey işte budur!

Nietzsche için bu, hakaretlerin en büyüğü olur. 23 Nisan 1900’de bir bahar fırtınası kopar. Çoçukken onu çok korkutan yıldırımın gürültüsü Nietzsche’yi uykusundan mı uyandırmıştır? Ya da çok uzaktaki dönüşü olmayan alemlere mi götürmüştür? Uzun zamandan beri tedirgin edici halüsinasyonların yakasını bırakmadığı sabit bakan gözlerini, atalardan kalma bir el hareketi kapatır. Rocken’deki küçük mezarlığa gömülür.

(Kızkardeşi Elizabeth, evlendikten sonra gittiği Paraguay’dan döndükten sonra, Nietzsche’nin bakımını üzerine alır ve sonuna dek sürdürür. Nietzsche’ölün tarihi 25 Ağustos 1900’dür. Babasının yanına gömülür.)

Posted in NİETZSCHE | Leave a Comment »